Semir Ataullah
Lübnanlı gazeteci - yazar
TT

İslam Şehirleri: Bütün kalpler

Yakubî şöyle demiştir: “Genişlik, büyüklük, bayındırlık, su bolluğu, esenlik ve hava bakımından dünyanın doğusunda ve batısında eşi olmayan büyük şehir… Bütün insanlar bu şehri memleketlerine tercih etmişlerdir. Zira içinde dükkânı olmayan insan yoktur. Bu şehirde yeryüzündeki hiçbir şehirde olmayan şeyler vardır.”
Şehir MS 762 yılında Halife el-Mansur tarafından Dicle üzerine inşa edilmiştir. İlk başta adı ‘Medînetü’l-Mansûr’ (Mansur’un şehri) idi. Ancak halkı şehre ‘Medînetüsselâm’ (Barış şehri) ya da ‘Dârüsselâm’ (Barış diyarı) adını vermeyi tercih etti. El-Makdisi’nin dediği gibi ‘barışın kalbinde’ “tüm kalpler ona ait, tüm savaşlar ona karşı ve bütün eller onu savunmak için kalkıyor.”
Ancak barış şehri uzun zaferlerden sonra savaşların ve ıstırabın şehri oldu. Başların olgunlaştığını ve koparılma zamanı geldiğini gören Haccac’ın şehriydi. Şehrin güzelliği ve ihtişamından ötürü etrafında efsaneler doğdu. Raviler, Sinbad ve Binbir Gece Masalları'nın anlatıldığı Halife Harun Reşid döneminde olduğu gibi gerçekleri ve hayal ürünlerini anlattılar. Mecbur kalmadıkça çatışmalardan, afetlerden ve katliamlardan bahsetmekten kaçındığım ileriki yazılarımda belli olacak. Bu olayların sayısı çoktur. Ancak içlerinde daha çok olan şey iyilik, cömertlik, bağışlayıcılık ve iyi nitelikler dönemidir. Bu bir tercihtir, tarihi açıdan bir hata veya tahrif etme değildir.
MS 809 yılında Harun Reşid'in ölümünden sonraki iki yıl içerisinde Bağdat, Reşid’in varisleri olan iki oğlu Emin ve Me’mun arasında şiddetli ve ölümcül bir savaşın içine sürüklenmiştir. Bu çatışma şehrin büyük bir kısmını tahrip etmiş ve Bağdat’ın kalbindeki siyasi ve toplumsal kalkınma, geniş çaplı şiddet patlaması yüzünden son bulmuştu. Barış şehrinin tarihinde zaman zaman çılgınlık boyutuna ulaşan kanlı savaşlar silsilesi tekrar etmeye başlamıştı.
MS 811 ve 813 yıllarındaki iç savaş sırasında, şehir önce Me'mun’un kuşatması altına girmişti. Me’mun şehrin üzerine taşlar, bombalar ve füzeler yağdırmıştı. Bağdat’ın dört bir yanına konuşlanmış destekçileri ateş açmıştı. Bu da Emin’i son duruşunu sergilemek üzere Bağdat’ın içine çekilmeye itmişti. Ancak saldırı o kadar şiddetliydi ki, Emin, Mansur’un yaptırdığı Huld Sarayı’nı terk etmek zorunda kalmış ve Bağdatlıların çok sevdikleri o sarayı yakmadan gitmek istememişti.
Şair Hureymî’ye göre etkileyici sarayları, harika bahçeleri ve müzisyenleriyle ‘yeryüzünde adeta bir cennet’ ve ‘mutluluk kaynağı’ olan Bağdat gitmiş yerine ‘vahşi bir hayvanın bağırsakları gibi boş’, çorak ve savaş yüzünden dul kalan kadınların caddelerinde ağıt yaktığı ve köpeklerin cansız bedenlerin üzerinde tepindiği cehennemi andıran bir Bağdat gelmişti. Parlak bir aynayı andıran ya da bir gerdan üzerinde sıra sıra dizilmiş inci bir kolyeyi andıran nehir bile güzelliğini yitirmiş, artık erkek, kadın ve çocukların cesetlerinin atıldığı bir yer haline gelmişti. Bağdat'ın büyük bir kısmı ağır hasar almıştı. Kardeşinin güçleri tarafından kuşatılan Emin, nehrin karşısına kaçmaya çalışmıştı. Ancak düşmanları onu yakalayıp daha sonra Bağdat’ın çarpıcı ve uzun tarihinde tekrarlanan bir alışkanlık haline gelecek bir yöntem ile öldürmüştü: Askerler üzerine çullanıp başını ve vücudunu birbirinden ayırmışlardı.
Görüşmek üzere…