Sam Mensa
TT

Şarm Şeyh-Negev yolu üzerindeki İran tümsekleri

Geçen hafta İsrail'de on bir kişinin ölümüyle sonuçlanan Filistin silahlı operasyonları, 27 Mart 2002'de otuz İsraillinin ölümüne ve kırktan fazla kişinin yaralanmasına yol açan Netanya’daki saldırıyı gündeme getirdi. Netanya’daki saldırı, Suudi Veliaht Prensi Abdullah bin Abdülaziz tarafından Arap-İsrail çatışmasına kalıcı bir çözüm bulunmasına yardımcı olmak için başlatılan Arap Barış Girişimi'nin onandığı Beyrut'taki Arap Zirvesi'yle aynı zamana denk gelmişti.
İsrail, Yaser Arafat'ın katılımını engellerken; Suriye, Lübnan Devlet Başkanı Emil Lahud'a Arafat’ın video uygulaması aracılığıyla katılımını engellemesi için baskı yaptı. Ayrıca girişimin ilan edilmesinden dört gün sonra Hamas, Hayfa'da arkasında on altı ölü ve kırk yaralı bırakan ikinci bir saldırı gerçekleştirdi. Bu, İsrailliler, Araplar ve İranlılar da dahil olmak üzere, herhangi bir barış girişimini engellemek için radikallerin bir araya geldiğine dair şüpheleri artırdı.
Bugün tarih benzer zamanlama ve saldırılarla tekerrür ediyor. Negev’de gerçekten tarihi olarak nitelendirilebilecek görüşmede, ABD, İsrail ve dört Arap dışişleri bakanı bir araya geldi. Bunun ülkeler için kalıcı bir forum olacağı taahhüdüyle birlikte, Tel Aviv'de bir intihar saldırısı vukua geldi. Öncesinde Beerşeba ve Hadera'da iki operasyon düzenlendi. “Hizbullah” bu saldırılardan duyduğu memnuniyeti dile getirip alkış tutarken, Hamas ve İslami Cihad da saldırıları kutladı. Onlara bağlı olan fraksiyonlardan bazıları göz ardı edilirse, hepsinin en azından siyasette, genel olarak “direniş”in ve özel olarak İran'ın ayırt edici özelliklerini taşıdıkları söylenebilir. Nitekim son operasyon dalgalarının Negev görüşmesi ve Şarm eş-Şeyh zirvesi ile bağlantısını dışlamak çok güç. Öncesinde Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi, İsrail Başbakanı Naftali Bennett ve BAE’nin Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed, barışı destekleyen tarafları güçlendirmek ve daha tutarlı ve entegre bir aşamaya geçme amacıyla bir araya gelmişlerdi.
2002’deki saldırının amacı, Arap Barış Girişimi'nin gidişatını baltalamaktı ki, bununla Suriye, İran ve müttefikleri Filistin’in çıkarının korunması amaçlanıyordu. Esed ve İran rejimi, bölgeye ilişkin politikaları ve hedefleri doğrultusunda, Filistinlilerin hakkını savunma gerekçesini kendi tekellerine alarak bunu bir koz olarak kullanmak istiyordu. Bugün yeniden İsrail içinde saldırı düzenleniyor ve bununla ‘direniş’ ittifakının hala güçlü olduğu yönünde bir hatırlatma ve uyarı yapılması amaçlanıyor. Aynı bağlamda, Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'ın, geçen çarşamba günü Beyrut'ta İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad en-Nehale ile “Filistin arenasındaki son durumu ve 1948 topraklarındaki cihatçı operasyonları tartışmak” için bir araya gelmesinin tesadüf olmadığını belirtmek gerekir. Bu tür bir saldırının gerçekleşmesi ve İran’ın yanı sıra müttefikleri tarafından da üstlenilmesi yeni bir şey değil. Aksine, onlarca yıldır takip edilen, Filistinliler ve bölgeye hayal kırıklıklarından başka bir şey getirmeyen politikaların bir tekrarıdır.
Ne yazık ki, bazı Filistinliler bu ağdan kurtulamadılar. Son yirmi yılda Suriye ve İran, Filistin’in davası için ölümcül olan politikalardan yararlanma fırsatlarını kaçırmadı. Sonuç, Batı Şeria'daki Filistin Yönetimi ile Gazze'deki Hamas ve İslami Cihat arasındaki bölünme oldu. Bu, İsrail'in Filistinliler arasında güvenilir bir temsilci olmadığı yönündeki argümanını güçlendirdi. Bugün yeni ve önemli olan, Arap bölgesinin tanık olduğu tarihi hareketlilik ve bölgeyi tahkim etmeye yönelik ciddi girişimlerdir. Nitekim, ABD’nin nükleer anlaşmaya dönmesinden veya başarısız olmasından sonra İran'ın gelecekteki hamleleri endişeleri artırmaktadır. Her iki durum da ciddi ve tehlikeli zorluklar içermektedir. İran, bu aşamada sakinlik ve irtibat kurma arzusu taşıdığı izlenimi verse de yayılmacı politikasına ilişkin stratejik yönelimlerini gizleyemeyecektir. Şarm eş-Şeyh ve Negev’deki görüşmeler bu açıdan çok önemlidir. Burada ön plana çıkan dört hususu zikredebiliriz:
Birincisi, Filistin davasının İran’dan alınıp adil bir barış isteyen Arap sahasına taşınmasıdır. Bu, zor ve karmaşık bir görev olmakla birlikte, başarıldığı taktirde İran ve müttefiklerinin bölgedeki rollerinin sonunun başlangıcı olacaktır. Bu görev, öncelikle yeni İsrail ortağına ve Washington'a Filistin davasına yeni, gerçekçi bir yaklaşım benimsemeleri için baskı uygulayan Arap tarafına emanet edilmiştir. Bu yaklaşımın, kalıcı bir çözüm için yolun yarısını bile geçemeyen Oslo’nun ötesine geçmesi gerekmektedir.
İkincisi, mevcut donukluğun üstesinden gelmek adına Filistinlilerle yorulmaksızın çalışmaktır. Arap-İsrail çatışmasının daha önceki gibi artık Arap önceliklerinin ve endişelerinin başında yer almadığı doğrudur. Ancak, Araplar arasında ve Filistin’de hala canlılığını korumaktadır. Bunun yanı sıra en karmaşık ve bir o kadar zor olan bir husus ise, Batı Şeria ile Gazze arasındaki birliğin yeniden kurulmasıdır. İran-Suriye rolünün sekteye uğratılması bu açıdan elzemdir. Öte yandan anlaşmazlıklar, bölünmeler, çatlaklar ve yolsuzluk gibi kronik hastalıklardan muzdarip Filistin Yönetimi'nin durumunu ele almaktır. Arap-İsrail ilişkisindeki yeni gelişmelerden Filistinlilerin faydalanması, Araplara yönelik yeni, bilinçli, dengeli ve akılcı bir politika gütmeden mümkün olmayacaktır.
Üçüncüsü, İsrail'in Arap ülkeleriyle normalleşmeyle yetinmemesi meselesidir. Zira sorunlarını tek başına çözmeyecektir. Bu, büyük önem arz eden bir güvenlik ve siyasi dokunulmazlık teşkil etse de Filistinlilere dair şu iki hususun gözden kaçırılmaması gerekmektedir: İç kısımda, Batı Şeria’da ve Gazze'deki işgal altındaki topraklardaki Filistinliler ile mültecilerin trajedisi. Arap dokunulmazlığı, bahsettiğimiz gibi, bu kozu İran'ın elinden geri çekmeye katkıda bulunan kabul edilebilir bir Filistin tutumu olmadan sürdürülebilir ve başarılı olmayacaktır.
Dördüncü ve son olarak Washington ile bölgedeki geleneksel tarihsel müttefikleri arasındaki ilişkiler hızlı bir şekilde yeniden düzenlemelidir. Filistin-İsrail barış sürecini canlandırmak için ABD girişimleriyle Arap Barış Paktı'nı desteklemek ve güçlendirmek gerekmektedir. Ardından barışın taraflarıyla stratejik güvenlik, siyasi ve ekonomik ittifaklar üzerinde çalışılmalıdır. Söz konusu ittifaklar, Amerikan iç siyasetindeki dalgalanmaları aşmalı, müttefiklerinin güvenliğini gözeten ve Washington'ın çıkarlarını güvence altına alan ittifaklar olmalıdır. Mevcut yönetim, iç hesapları bir kenara bıraksaydı, 2015’teki nükleer anlaşmaya dönmenin doğuracağı risklerin büyüklüğünü tam olarak fark edecekti. Ancak Joe Biden'ın ekibinden nükleer anlaşma üzerine çalışanlar -Suudi Arabistan ve BAE'yi bombalamaktan Erbil'e füzeler fırlatmaya varıncaya dek- İran'ın davranışının işaretlerini anlamaktan aciz görünüyor. 1979'daki İran devriminden bugüne kadar İran'ın politikasında en ufak bir değişim olmadı. Rusya ile Batı arasındaki gerilimler ve yaklaşmakta olan kutuplaşmalar nedeniyle bölgesel düzeyde silahlı bir çatışma riski artıyor. Bu bağlamda ABD’nin nükleer anlaşmaya dönüşü çatışmanın fitilini ateşleyebilir ve sonuç olarak İran'ın komşularının güvenliğini istikrarsızlaştırma girişimlerinin önünü sonuna kadar açabilir.