Bülent Şahin Erdeğer
TT

Tevhidi anlamak

Tevhid: Lugatta; birleme, bir Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak demektir.
Her yerde ve her şeyde Allah’tan başka tesir ve hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamaktır.[1]
Tevhid, terim olarak; Allah’ın zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde birlemek, O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamaktır.
Kovid-19 salgınında kaybettiğimiz ve hakkıyla ülkemizde tanınmadığına inandığım önemli isimlerden Ahmed Kalkan hoca (Allah rahmet eylesin) Tevhid’i şu şekilde açıklıyor:
Tevhid kelimesi, “Lâ ilâhe illâllah”tır. Yani “Allah’tan başka ilâh yoktur.”
"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona ‘Benden başka İlâh yoktur. Şu halde Bana kulluk edin.’ diye  vahyetmiş olmayalım" (Enbiyâ: 21/25) buyurulmuştur.
İnsanı temsil eden Adem’den, son peygamber Hz. Muhammed (sav)’e kadar seçilmiş bütün Resullerin ortak mesajıdır Lâ ilâhe illâllah. Çünkü İslâm dininin esası Tevhiddir. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Bütün insanlar sadece ve sadece O’na ibâdet etmeli ve O’na kulluk yapmalıdırlar.
Hüküm ancak Allah’ındır. O, yalnız kendisine kulluk etmemizi emir buyurmuştur. İşte doğru ve sâbit din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”  (Yusuf 12/40)
Zaten Allah’tan başka ibâdet/kulluk edilmeye, O’nun dışında mutlak olarak itaat edilmeye ve boyun eğilmeye  lâyık kimse yoktur. Dikkat etmek gerekir ki, kelime-i Tevhidi söyleyenler, önce Allah’tan başka bütün ilâhları  reddetmeli ve  ilâh olarak sadece Allah’ı kabul etmelidir.[2]
Mekke’de nâzil olan Kur’an âyetlerinin birçoğu doğrudan tevhidi telkin etmekte, bir kısmı da şirki reddetmektedir. Allah’ı yegâne ilâh, rabb ve otorite olarak tanımak, birliğini ikrar etmek,  her çeşit ortağı O’ndan uzak tutmakla gerçekleşen tevhid, İslâm dininin en önemli özelliğidir. İslâm bu özelliğiyle hem câhiliyye putperestliğinden, hem de Mecûsilik’ten ayrılır (onlarla bağdaşmaz).[3]  
Tevhidin özünde Allah’tan başka ilâh tanınan varlıkların tümünün, inanç dünyasından temizlenmesi, atılması vardır. Bütün güç ve kuvvetin, bütün izzet ve şerefin, bütün egemenliğin yalnızca Allah’ta olduğuna inanç, tevhidin ruhudur. İnsanlık tarihi boyunca peygamberlerin mücadelesindeki biricik hedef şudur: İnsanların insanlar üzerindeki saltanatına son vermek ve yalnızca Allah’ın hükümranlığını kabul. İslâm’ın Tevhid inancı ile kralların, idarecilerin kendilerini hakkın ve halkın üzerinde görme sevdaları son bulur. [4]
Tevhid; iman edenlerle küfredenleri, inananlarla inkârcıları kesin çizgilerle birbirinden ayıran İslâm’ın en belirgin vasfıdır. Muvahhidlerin parolasıdır.
Bunun içindir ki, bütün peygamberler, insanları önce Allah’ın birliğine, tevhide çağırmışlardır. Allah’tan başka ilâh tanımamaya ve diğer bütün ilâhları reddetmeye, gelip geçici varlıklar karşısında alçalmamaya, boyun eğmemeye ve eğilmemeye davet etmişlerdir. İnsana lütfedilen yaratılmışların en üstünü olma şerefi, ancak bu Tevhid şuuruyla korunabilir. [5]
Tevhid; “Lâ ilâhe illâllah” yani “Allah’tan başka ilâh yoktur” demektir. İlâh kelimesinin karşılığı lugat olarak şöyledir: Birisine ısınmak, alışmak, aşırı sevgiyle yönelmek, düşkün olmak, kulluk etmek, örtünmek, gizlenmek mânâlarına gelmektedir.
İlâh kelimesinin mâbut hakkında kullanılmasına sebep olan faktörler şunlardır: İhtiyaçları gidermesi, amelin karşılığını vermesi, sükûnet bahşetmesi, yüceliği ve hükmü altına alıp koruması.”[6]
Bir kişi “Lâ ilâhe illâllah” demekle şunları demiş oluyor:  Allah’tan başka ibâdet edilecek, tapılacak, çekinilecek,  korkulacak, bel bağlanılacak, el açıp yalvarılacak, duâ ve yalvarışlara cevap verip gereğini yerine getirecek, sığınılacak birisi yoktur.[7]
Tevhid, Allah (c.c.)’ı zâtında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde birleyerek O’na inanan müslümanların, yaşadıkları sürece ilgi ve dikkatlerini Allah’a yöneltmesi, Allah’a teslim olması, hiçbir yaratığın hiçbir konuda  ilâhî özelliklere sahip olmadığını, mutlak muktedirin, yalnızca Allah olduğunu idrâk etmesi, Allah’ın gösterdiği yolda, Allah’ın emrettiği şekilde sadece Allah’a kulluk etmesidir. Nitekim kendisine muvahhid denilenler müslümanlardır. İşte Tevhid gerçeği de, namazda Kâbe’ye yönelindiği gibi, bütün bir yaşamda ilgi ve dikkati Allah’a yöneltme, Allah’a teslim olma vakasıdır.”[8]
Emperyalist Batı, bunların yerli dostları Aristo mantığını esas almaktadırlar: Allah evreni yarattı ve bıraktı, insanların yaşantısına karışmaz, insanlar yaşamlarının kurallarını kendileri kafalarına göre koyarlar. İslâm dininin bir yaşam biçimi olduğunu kabul etmezler. Allah’ı salt ilk yaratıcı veya hareket ettirici olarak görmek, O’nu evrenden çekip çıkarmak ve sonuçta O’nun Rablığını inkâr etmek demektir.
Rab olarak Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yalnızca insan bu Rablığa karşı çıkabilir; yeryüzündeki tasarrufunu Allah’ın değil, kendi iradesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Yani yeryüzündeki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar. Bunun için kendinden kurallar kor; böylece o, kendi arzularını ilâhlaştırmış olur; arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeye kalkınca da yeryüzünde Rableşmiş olur; bunun sonucunda, böylesi insanlara itaat edenler de, Allah’ı değil, bu insanları rab kabul etmiş olurlar.
Kur’an, Allah’ın mutlak Rab olduğunu belirtirken, bazı insanların bilginlerini, rahiplerini, hahamlarını, büyük kabul ettikleri birtakım kimseleri, yöneticilerini rab edindiklerini, yani onların kendi hevâlarından uydurdukları ve yeryüzündeki hayatı düzenleyici kurallara bağlı kaldıklarını da vurgular. Sözgelimi, Hz. Mûsâ, Allah’ın mutlak anlamda Rab olduğunu ilan ederken, Firavun kavmine karşı, “en büyük rabbiniz benim” diye seslenir. Yine Kur’an, insanları birbirlerini rabler edinmeyi bırakıp, yalnızca Allah’ı Rab edinmeye çağırır. (Tevbe: 9/31; Âl-i İmrân: 3/64)
Rab demek; terbiye eden, yetiştiren, geliştiren,[9] çekip çeviren, hüküm ve kanun koyan, derleyen, toparlayan, sözü tutulmaya, hükmü tutulmaya lâyık olan anlamındadır. Şimdi Rasûlullah (s) ve ilk  müslümanlar kelime-i Tevhidle neyi kastediyorlardı? Onu açıklayalım:
Ey müşrikler! Biz Allah’tan gayri taptığınız, korktuğunuz, çekindiğiniz, sözünü tuttuğunuz, hükmünü tuttuğunuz, hükmetme yetkisine sahip olduğunu zannettiğiniz, sığındığınız, üzerinizde tahakküm hakkı olduğuna inandığınız, hayatınızı derleyip toparlama yetkisine sahip olduğunu zannettiğiniz, itaat edilmesi gerektiğine inandığınız, bütün ilâhlarınızı, putlarınızı, Lat’ınızı, Uzza’nızı, Menat’ınızı, meclisinizi, Daru’n-Nedvenizi, örf ve âdetlerinizi reddediyoruz, tanımıyoruz. Bütün bunların sadece ve sadece Allah’ın hakkı olduğunu kabul ediyoruz. Bütün bu hakların Yaratan’a ait olduğuna, rızk verene ait olduğuna, insanları ve bütün her şeyi yaratan Allah’a ait olduğuna inanıyoruz.
Evet, kısacası bütün Rasûller ve onlara tâbi olanlar “Lâ ilâhe illâllah”ı bu anlamda söylemişlerdir.[10]
İbn Abbas (ra)’den:
Talib hastalandığı zaman, Kureyş’den bir heyet onu ziyarete gitti. Aralarında Ebu Cehil de vardı. Ebu Talib’e: “Yeğenin bizim ilâhlarımızı reddediyor, kötülüyor. Onu çağırıp da bundan men etsen” dediler.
Ebu Talib, Hz. Peygamber’e adam gönderdi. Hz. Peygamber Ebu Talib’in yanına geldi. Ebu Talib Hz. Peygamber’e hitaben:
“Yeğenim! Bu halk senden niçin şikâyet ediyor? Senin onların ilâhlarını kötülediğini ve onlar hakkında ileri geri konuştuğunu iddia ediyorlar” dedi.
Allah’ın rasûlü söz aldı ve dedi ki:
Amcacığım, ben onların öyle bir kelime üzerinde birleşmelerini istiyorum ki, o sözü söyledikleri takdirde, Arap olmayanlar da onlara cizye verecektir.” Heyet,  “Eğer mesele bir tek sözden ibaretse, evet; isterse on söz olsun, nedir?” Ebu Talib de “Yeğenim o hangi sözdür?” dedi.
 Hz. Peygamber:
“Allah’tan başka ilâh yoktur’ sözüdür” buyurdu. Bunun üzerine heyettekiler, kızarak ve yakalarını silkerek kalktılar ve dediler ki: “Birçok ilâhları bir tek ilâh mı yapacak? Bu şaşılacak bir şey! Haydi yürüyün, ilâhlarımıza sahip çıkalım” diyerek gittiler.[11] Açıkça görülüyor ki Mekke’deki halk tevhidin (Lâ ilâhe illâllah’ın) ne anlama geldiğini biliyorlardı.
Onun için “Allah’tan başka ilâh yoktur” sözünü Rasûlullah (s) söyleyince, onlar “ne demek istiyorsun?” diye sormadılar. Çünkü ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Onun için heyettekiler hemen kızıp kalktılar. “Birçok ilâhları bir tek ilâh mı yapacak? Olmaz öyle şey!” diyerek karşı çıktılar. Onlar anladılar ki Allah’tan başka Lat, Menat, Uzza gibi bütün ilâhları reddetmek gerektiğini; onun için işlerine gelmediğinden dolayı karşı çıktılar ve Rasûlullah (s)’in dâvetine, Tevhid çağrısına engel olmak için Peygamberimiz (s)’in amcası ve  koruyucusu Ebu Talib’e giderek kendisine “yeğenini, İslâm dâvâsından vazgeçir, ya da himaye etmekten vazgeç” dediler. Ebu Talib durumu yeğeni Hz. Muhammed’e (s) anlatınca o şöyle cevap verdi:
“Allah’a yemin ederim ki; ey amca!  Güneşi sağ elime, ay’ı da sol elime verseler yine de bu dâvâdan vazgeçmem. Ya Allah’ın dini hâkim olacak yahut bu uğurda öleceğim!” buyurdu.[12] Bunun ardından Mekke’li müşrikler Peygamberimiz ve ashabı üzerine zulüm ve baskılarını artırdılar. Bu zulüm sırasında çok sayıda sahâbi işkence ve eziyetten dolayı şehit oldu.[13]
Müşrikler Allah’ın Rasûlü (s) ve beraberindekilerin haklı dâvâlarından vazgeçmeyeceklerini anlayınca onlarla uzlaşmaya yanaşarak onlara mal, mülk, makam, mevki, para teklif ettilerse de bu tür teklifleri Peygamberimiz (s) reddetmiştir.[14]
Müşrikler Rasûlullah (s)’in Tevhid dâvetine engel olmak için teklif ettikleri maddî imkânları [15] da  Peygamberimiz tarafından reddedilince artık ne yapılırsa yapılsın dâvâsından vazgeçiremeyeceklerini anlayınca tevhidi savunanlara karşı  mücadeleyi artırdılar, her türlü zulmü, işkenceyi onlara revâ gördüler.
İnsanlık tarihi boyunca, oradan da günümüze kadar aynı şekilde tevhidi savunanlara bu uğurda gayret edenlere karşı çıkılıyor.   
Tarih boyu hak-bâtıl mücadelesinde hakka karşı olanlar, hakkı savunanların etkinliğini kırmak için birtakım iftiralarda bulunarak etkinliğini kırmaya çalışıyorlar.   
Hz. Ali (r) diyor ki:  Rasûlullah  (s)  şöyle buyurdu:  “Kişi dört şeye inanmadıkça mü’min olmuş sayılmaz: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed olduğuma, beni bütün insanlara hakla göndermiş bulunduğuna şehâdet etmek, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmak ve kadere inanmak.” [16] Osman (r) şöyle dedi:
Rasûlullah (s):
“Her kim Allah’tan başka İlâh olmadığını bilerek ölürse cennete girer.”  [17] buyurdu. Enes İbn Malik (r) şöyle dedi: Rasûlullah (s): “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet eden her kula Allah muhakkak ateşi haram kılmıştır” buyurdu. Muaz:
“Ya Rasûlallah, bunu insanlara haber vereyim mi ki sevinsinler?” dedi. Rasûlullah:
“O takdirde ona güvenirler (iyi amel yapmazlar)” buyurdu. [18]
 Hadislerden de görüldüğü gibi, tevhidin önemi açıkça belirtiliyor. Tabii ki “Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah” demekle iş bitmiyor; aksine iş o zaman başlıyor. Allah’a iyi kul olmak nasıl olur, o gündeme gelmektedir. Tevhide inanmayanlara zaten amel olarak bir sorumluluk yoktur. Onlar sorumsuzca hevâ ve heveslerine göre yaşarlar. Tevhide inanan mü’minlerin ise İslâm’a göre yaşamlarını düzenlemeleri gerekmektedir. Allah ve Rasûlü’nün emrettiklerini yapmalı, yasaklarından sakınmalıdırlar. İnsanlar  “Lâ ilâhe illâllah” derse, yani mâhiyetini kavrarsa, gereğinin ne olduğunu, neleri kabul edip, neleri reddetmesi gerektiğini idrak ederse Allah’tan başka bütün ilâhları reddederek Allah’a iyi bir kul olmaya çalışarak yaşayıp bu Tevhid inancıyla ölürse hadiste belirtildiği üzere “cennete girer.” Fakat Tevhidin mânâsını bilmeden, düşünmeden ona uygun bir yaşam biçimini tercih etmeden “inandım” demek yeterli değildir.
“İnsanlar (yalnızca) ‘iman ettik’ diyerek imtihana tâbi tutulmadan bırakılıvereceklerini mi sandılar. And olsun, onlardan öncekilerini imtihana tâbi tuttuk, Allah gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da  bilmektedir. Yoksa kötülüklerini yapanlar Bizden kaçabileceklerini (yaptıkları kötülüklerin cezasını görmeyeceklerini) mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar (düşünüyorlar)!” (Ankebût: 29/2-4)
[1] Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Büyük Lugat, Hazırlayanlar, Abdullah Yeğin vdğ.,Türdav Yay.. s. 1006
[2] Ahmet Kalkan, İslâm Akaidi,  s. 154
[3] Prof. Dr. Hayreddin Karaman Vdğ. İlmihal, c. 1, s. 83
[4] Nevzat Yüksel, Temel Dini Bilgiler, s. 20-21
[5] M. Zahit Kotku, Tevhid, s. 8
[6]  Mevdudi, Kur’ân’a Göre Dört Terim, Terc. s. 15
[7] Mehmet Göktaş, Gençlere Tevhid Dersleri, s. 12
[8] Mehmet Alagaş, 20.Y.Y.’da Tevhid ve Şirk, s. 57-60
[9] Geniş bilgi için bkz. Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, s. 33-75
[10]  Mehmet Göktaş, Gençlere Tevhid Dersleri, s. 12-13
[11] M. Yusuf Kandehlevi, Hadislerle Hz. Peygamber ve Ashabının Yaşadığı Müslümanlık, çev. Ahmet M. Büyükçınar, vdğ. Kalem Yay.,  c. 1, s. 51-52
[12] M. Yusuf Kandehlevi, A.g.e., s. 54
[13] Geniş bilgi için bkz. Doç. Dr. İhsan Süreyya Sırma, İslâmî Tebliğin Mekke Dönemi ve İşkence, Beyan Yay.
[14] Mustafa Sibai, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Hayatı, Dersler ve İbretler, Çev. Hüseyin Üzme, s. 49-50
[15] Bkz. Asım Köksal, İslâm Tarihi, Mekke Devri, İst. 1981, s. 248-249
[16]  Tirmizî, Kader 10, (2146); Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve şerhi, c. 2, s. 231, Hds. 19
[17] S. Müslim, K. İman, B. 10, Hds. 43; S. Buhârî, K. Libas, B. 24, Hds. 44; S. Ebû Dâvud, K. Cenaiz, B. 15-16, Hds. 3116
[18] S. Müslim, K. İman, B. 10, Hds. 53