Zuheyr el-Harisi
TT

Düşüncede, vicdanda ve hakikatte boyun eğmekten başka hile yoktur!

Felsefe, sizi büyük isimlerin dünyalarına götüren bir tefekkür ve sorgulama kapısıdır. Bu süreç, Sokrates, Kant ve Hegel’den İbn Rüşd ve Kindi'ye, oradan Richard Rorty, Zeki Necip Mahmud, Abdurrahman Bedevi ve Fukuyama kadar uzanmaktadır. Bu süreçte ortaya çıkan farklı ekoller ve çeşitli yöntemlerin yanında her birinin analitik ve mantıksal kapasitesi birbirinden farklıdır.  Elbette burada mesele, onların doğru veya yanlış olmaları açısından vardıkları sonuçlarla ilgili değildir. Asıl mesele düşünce üretmek, zihni keskinleştirmek, algıları genişletmek, deneyimleri ve gözlemleri varlıkları yorumlamak için bir temel haline getirmektir. Örneğin olgular, ancak neden sonuçla ilişkilendirilerek açıklanabilir. Platon'un ideaları ve Hegel'in mutlak tini “bilim yasasıyla” son buldu. Belki de var olanı açıklamak için başvurulduğunda felsefeyi farklı kılan budur. Bu nedenle, içinde yaşadığımız olayların bütününü analiz etmeye ve düşünmeye çalışan her fikri öneriyi felsefeye eklenmiş buluyorsunuz.
Hakikat kavramına ulaşma eğiliminde olduğumuz kadar terminoloji ve teorileştirme dünyasına girmek istemiyoruz. Özellikle de sorunlarımızı gündeme getirdiğimizde veya güncel olaylar ve bunların yansımaları hakkında hüküm vermek istediğimizde bunu yapıyoruz. “Hakikate” ilişkin farklılıklarımız, insanların kendi aralarındaki farklılıklarından kaynaklanır. Meydana gelen ya da tanık olduğumuz dönüşümler ve değişimler, aslında sadece insanın eyleminin bir sonucudur. Düşünceler gerçekliğin ürünüyse (ütopik sosyalizm) o zaman sosyal düşünce sosyal gerçekliğin tamamlayıcısıdır. Her ikisi de bir diğerini etkiler ve etkilenir. 
Arap entelektüeli bazıları tarafından “anın entelektüeli” olarak tanımlanır. Yani andan etkilenir ve bir meseleyi ele aldığı zaman rasyonel olmaktan çok duygusaldır. Pozisyonlarını belirlerken sokağın baskısından etkilenip ona boyun eğer, değer kriterlerine dayanmaz. Böylece ona karşı koyamayan akımla özdeşleşir. Çünkü farklı bir bakış açısı öne sürmenin kendisini bir yüzleşme pozisyonuna sürüklemesinden korkar. Oysa entelektüelin bir mesajı vardır ve bunu sunmalıdır. Çünkü onun rolü krizin katmanlarını ve köklerini araştırıp görünüşle yetinmemektir. Gerçekleri ihlal ettiğine inanmasına rağmen burada veya orada popülerlik kazanma eğilimi hakikat arayışı için felakettir. Bu bağlamda aydının otorite ile ilişkisi, her ne kadar yeni bir konu olmasa da ilişkilerinin sınırlarını çizmek için genellikle birtakım tartışmaların konusu olur. İlişki, karmaşık ve belirsiz olabilir. Nitekim bazen belirsizliğe, bazen de çatışmaya ve kutuplaşmaya eğilimlidir. Meseleye yaklaşım tarzı farklı kriterlere dayanmaktadır ki, bu da yanlış sonuca yol açar.
Meseleyi açığa çıkarmak için belirli bir tartışmalı konuya verilen tepkileri düşünün. Bu tepkiler göreceli bir derecelendirme kapsamında olumsuzdan olumluya zengin bir çeşitlilik içerir. Fakat bizi ilgilendiren görüş, tarafsız bir şekilde olayı okuyan veya konuyu analiz eden kişinin ortaya koyduğudur. Çünkü meseleyi değerlendirirken nesnel hareket eder, duygu ve vicdanından uzak durarak bilimsel bir okuma ve değerlendirme yapar. Yani amaç, gerçekleri olmasını istediğimiz gibi değil, oldukları gibi anlamaktır. Akli okuma ile duygusal okuma arasındaki fark budur. Bu nedenle tarafsız bir kişi, gerçeğin bilgisini arar; içeriği ve sonucu ne olursa olsun -mutluluk, acı ve sevinç fark etmez- onu arzular. Ancak Arap dünyamızda bazı aydınların birbirini reddeden imgelere, biçimlere ve şablonlara yöneldiği kötü bir dönemdeyiz. Gerçeği reddetme eğiliminde olduklarından, alelacele ikiyüzlülüğe ve ilkelerin farklılığına başvurmaktadırlar. Öyle ki doğru bir pozisyona veya doğru bir söze bağlı olan birini bulmak zorlaştı. Bir boyun eğme, aşağılanma ve dilenme zamanında gibiyiz. Bu, mevcut trajedimizin en ince tonlarında çizilmiş özelliğidir. Bunu tüm gözlerde ve yüzlerde görüyorsunuz. Gündelik hayatta pek çok kez karşılaştığınız bu örneklerin içinde oportünizmi ve çıkar arayışını bulabilirsiniz.
Değerlere ve ilkelere aldırış etmeyen, niteliği ne olursa olsun referansa kayıtsız ve akıl yürütme ve özsaygı ile alay edip görev bilincini reddedenler var. İyi niyetin kaynağının akıl olabileceğini söyleyen Kant’la dalga geçiyor gibiler. Kant’a göre ödev bilinci olduğu müddetçe, eylemlerin ardında menfaat, memnun etme arzusu veya korku yoktur. Ayrıca Jean-Jacques Rousseau onları hiçbir şekilde ilgilendirmiyor. Rousseau, siyaset ve ahlakı birbirine bağlayan kişidir. Ona göre, iyi bir toplum vicdan ve akla dayalı bir sözleşmeye dayanır. Tüm bunlar kamu yararının bireysel çıkardan önce geldiği anlamına gelir. Her ne kadar yüksek ideallere duyulan özlem kültürler, medeniyetler ve uluslar için ortak olsa da bazılarımız ilkelerinden sıyrılmakta ve hiçbir referansı dikkate almamaktadır. Arap yazarlarımızın ortaya attıkları tezlerin ortak bir vasfı, “tek taraflı” görme eğilimidir. Kınama, dışlama ve tabu kavramlarına odaklanmalarından bunu görüyoruz. Bu, olayı nesnel bir şekilde ele almaktan kaçmak ve gerçeği olduğu hal üzere görerek onunla yüzleşmedeki ahlaki cesareti kaybetmek demektir. Akıl fırsatçılığı reddeder; ilkeler ise çarpık yöntemler, ikiyüzlülük ve yolsuzlukla çatışır.
Her ne kadar bu tür örnekleri reddetmek bir çare olsa da geçici bir tedavidir. Reddetmek, devam etmeyeceği, toplum dokusu ve homojenliği üzerinde etkide bulunmayacağı anlamına gelmiyor. Çözüm, bu salgını kendi kendine tedavi yöntemiyle ortadan kaldırmaktır. Yani bu kişiler hesap verebilirlik, şeffaflık, açıklık ve özeleştiri kapısını açmalılar. Zira dürüst olmalarını gerektiren bir mesaj taşıyorlar. Şayet onlar adım atmazlarsa söz konusu ikilemin prangalarını kıramayız. Neticede onlar, sevsek de sevmesek de Arap toplumlarımızdaki aktörler ve üreticilerdir. Olayların gerçekliğine boyun eğmekten başka hile yoktur!