Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Aydınlanma, varoluşçuluk ve din

Seküler ve laik çevreler için - elbette hepsi içinde değil, din ve vicdan hürriyeti olarak tanımlanan ilkeden nasiplenenlerin sayısı da az değil- din genellikle tüm kötülüklerin anası olarak görülüyor. Yani çatışmaların, şiddetin kaynağı din olarak gösteriliyor. Ancak bu çevrelerin bu ezberleri kullandığı ve tecrübe etiği zamanlar birbirlerinden çok farklı. Örneğin Türkiye’de, İslam dini üzerinden halen devam eden bu tartışma, yine İslam üzerinden Batı’da da devam ediyor. Ama Hıristiyanlık için bu geçmişte kalan bir tartışmaydı. Ya da Yahudilik için, her gün her saat şiddetin yaşandığı Filistin’e rağmen, Yahudilik ile şiddet aynı cümlede bile kullanılmıyor. Veya Hint dinleri, şiddete neden olurken, bildiğiniz arınma ve bireysel yükseliş olarak pazarlanıyor.
Aydınlanma, Batı’da öyle büyük vaatlerde bulundu ki, Aydınlanma ile bilime dayalı, merkezinde insan olan bir hayat ile dünyada cennetin yaşanacağı, tüm sorunların çözüleceği sanıldı. Sekülerizm ve modernizm rüzgarını da arkasına alan Aydınlanmacılar için artık kötülük problemi, insanın varlığına dair sorunlar, toplumsal problemler tümden çözülecekti. Ama öyle olmadı… İkinci Dünya Savaşı başta olmak üzere dünyada şiddet, hayatın anlamsızlığı, buhran yani geçmişte olan ne varsa aynen vuku bulmaya devam etti.
Varoluşçuluk mesela, keyiften değil insanın varlık krizinden doğdu. Dünyadaki acıya, sızıya, kana, gözyaşına bakarak varlık krizi yaşayan, ıstırap çekenlerin içinden doğdu. Çünkü ortada bir “umut kalmamıştı” ama insan umut olmadan da yaşayamazdı.
Dolayısıyla, Aydınlanmacıların dediği gibi dünyada cennet ikame edilmedi, tam aksi Frankfurt Okulu gibi eleştirel teorisyenlerin dediği gibi oldu; insanı özgür, mutlu, mükemmel hale getireceğini vaat eden Aydınlanma, bilimi bir dogma haline getirdi, insanı merkezden aldı, özne iken nesne haline getirdi, onu geçmişteki gibi Kilise’nin baskısına benzer bir baskının altına aldı. Aynı şekilde ideolojiler de birer çeşit baskı aracına dönüştü…
Dine bireysel açıdan da bakabiliriz ancak toplumsal açıdan baktığımızda da, geleneksel sosyologlar, dinin zamanla toplumların içinden yok olup gideceği kehanetinde bulunuyordu ama din konusundaki rutin değişmedi ve din toplumların içinden yok olup gitmedi. Gitmediği gibi dini canlanma yaşandı.
Dinlerin varlığı, kökenleri konusunda çok sayıda görüş var; bazıları elbette ilahi bir temele dayandırıyor ancak, özellikle din sosyolojisi başlığı altında, dinin toplumlar tarafından icat edildiğini savunan görüşler var. Ve dini, sosyoloji başlığı altında ele alırken örneğin Marks gibi, dinin üretim araçlarına sahip olanlarca insanın sızısını dindirmek amaçlı kullanıldığını söyleyenler de var. Yani din konusunda, teorisyenlerden, popüler dindarlara kadar her kesimin kendine ait bir tanımı var, görüşü var. Elbette din konusunda konsensüs de oluşmuş değil, zaten oluşmaz da… ancak bir noktada buluşulabilir, din üzerinden inanan-inanmayanlar arasındaki kavgayı sonlandırmak. Zira bu kavganın sonu yok, kazananı yok.
Din konusuyla ilgili olarak elbette söylenecek söz var, bunlardan bir tanesi de dini öğrendiğimiz kaynaklar. Dini bazen ana kaynaklar olan Kuran ve sünnetten öğreneriz ve dinimizi bireysel olarak, bireysel dindarlık şeklinde yaşarız. Ancak örneğin Türkiye’de din daha çok tarikat ve cemaat gibi kurumlar vasıtasıyla öğreniliyor. Diyanet, ilahiyat fakülteleri, imam hatip liseleri de dini eğitim veren kurumlar… Bu kurumlar, ilk kurulduklarında “laik devlet kurumu” oldukları düşüncesiyle dindar kesimin mesafeli durduğu kurumlar oldular, bugün ise siyasi nedenlerle dindar kesimin kısmen barıştığı ama seküler kesimlerin mesafeli durduğu kurumlar bunlar… ama bu kurumlara mesafeli duran bir kesim daha var, genellikle tarikatlar ve cemaatler de bu kurumlara mesafeli duruyor zira din aynı olsa da dini anlama ve anlatma konusunda farklılıkları var. Yani konu din olunca, laik kesimlerden dindar kesimlere kadar herkesin ayrıştığı bir durum ortaya çıkıyor. Ve bu ayrışma, dine mal edilmek isteniyor ama farkındaysanız tartışmayı çıkaran din değil, dindarlar ve dine mesafeli olanlar.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, laik bir devlet projesi hayata geçirilmek istendi, buna bağlı olarak eğitimde laikleştirilmeye gidildiği gibi aynı zamanda tarikat ve cemaatler de kapatıldı. Bunlar olalı neredeyse bir asır oldu… Bir asır sonrasına bakalım; kapatılan, fişlenen, takip edilen, baskı gören, tahkir edilen bu kurumlardan “kurtulmak” isteyenler, bu kurumlardan “kurtulamadı”. Hatta bu tarz kurumlar arttı, holdingleşti, marjinalleşti, yer altına indi ve bir şekilde varlığını devam ettirdi. Doğru ya da değil, varlığını devam ettirdi. Ve her hedef alındıklarında, haklı olsun, haksız olsun bu kurumlara müdahale edildiğinde, mensupları daha fazla taassup ile bu yapılara sarıldılar, kısmen onlar da radikalleşti. Elbette hepsi için konuşmuyorum, genele bakarak meselenin özetini ortaya koyuyorum. Nihayetinde, “tarikatlar kapatılsın” dediğinizde kapatılmadı çünkü bu yanlış bir söylemdi. Çünkü bu, sosyolojiden haberi olmayan bir söylemdi. İflas edecekti ve etti.
Ama bugün bakıyoruz, yani bir asır sonra bakıyoruz, yine aynı mesnetsiz talep: “Tarikatlar kapatılsın”. Daha önce denendi, olumsuz sonuçlardan başka çok az şey elde edildi, o halde aynı hataya düşmek niye?
Ya da tarikatlar, cemaatler konusunda bunlar kapatıldığında ne yapacaksınız? Toplumun içinden bu kadar etkili kurumları çekip aldığınızda o toplumda oluşan anomali ile nasıl mücadele edeceksiniz? Daha marjinal gruplar ortaya çıkacak, toplumsal boşluğu ne ile dolduracaksınız?
Bir de şu var; tarikatlar ve cemaatler kapatılsın söylemi sonrası öneriniz nedir? Bilim mi, laiklik mi, sekülerlik mi… bakın bunlar dinin, dini yapıların yerini tutmaz. Velev ki tuttu, ön kabuller dinin, dini kurumların baskı aracı olduğu yönünde, kısmen doğru olabilir, ama önerilen laik sistemin bu ülkede nasıl baskı aracı olduğunu bilmeyen mi var? İnkar etmeyelim, hepimiz oradaydık. Hayır bir de bu baskıyı doğru ve meşru görenler var. Allah aşkına, ülkeye huzuru, hürriyeti ve refahı bu baskıyı yöntem olarak gören, meşru ve gerekli gören anlayış mı getirecek?
Öyle ise ne yapmalı?
Sorunların çoğunluğunun farklı dünya görüşlerine sahip olmaktan değil, başkasının işine karışmak, ona kendi doğrularımızı dayatmaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Dolayısıyla herkesin kendisiyle meşgul olması, bir diğerine, öteki gördüğüne kendi doğrusunu dayatmaması gerekiyor. Dayatma, dayatmadır, bunun dini olanı laik olanı yok. Herkesin kendi değerine kabul beklememesi aynı zamanda kendi değeri dışındaki tüm değerleri hiç saymaması gerekiyor. Dahası, bireyler birey olduğunun farkında olmalı; ne bir kesim “İslam’ın memuru” ne diğer kesim “devlet” yani birbirimizi hizaya sokmak, tek bir kalıba çevirmek gibi daha önce denenmiş kötü sonuçları olan baskıcılıktan artık istifa etmenin zamanı geldi, geldi de geçiyor. Kimsenin ölüsüne, dirisine hakaret etmemeyi öğrenmek de gerekiyor. Seküler yaşam tercihiniz olması, tek başına sizi en medeni, en donanımlı, en ideal kişi yapmıyor diğer yandan dindar olmak tek başına başkalarına kafanıza göre tebliğ yapmak ya da tekfir etmek hakkını size vermiyor.
Evet, ait olmadığımız dünyaları tam olarak anlayamayız. Anlamak isteyen varsa, o bilmediği dünyanın insanıyla insani diyaloglar geliştirmeli. Ama eğer böyle bir arzu yoksa mümkünse herkes işine baksın, başka dünyaları yıkma işine girmesin, zira o hiç kimsenin ödevi değil.
Genellikle iki kesime ayrılmış bir zeminde konuşuyoruz; tarikatlara ve cemaatlere sahip çıkanlar ve tümden kapatılsın diyenler. Ama bu iki kesim dışında kalanlar da var ve artık iki kesimin kavgasından, gürültüsünden, huzursuzluğundan yılmış olan bu kesimin de nefes alma hakkı var, müsaade edin de biraz nefes alalım.