Bekir Uveyda
TT

Kadınlara yönelik kadim erkil düşmanlık

ABD’nin kıyılarından, temel kitapların çoğunda ve tarihi belge kayıtlarında yer alan eski Doğu ülkelerine kadar olan bölge, ‘medeniyetler beşiği’ diye nitelenmekte ve ‘dinler diyarı’ adını taşımaktadır. Bu bölgedeki milyonlarca insan geçtiğimiz hafta kadınların durumu başta olmak üzere farklı açılardan üç olayla meşgul oldu. ABD’de, farklı akımlara, mezheplere mensup ve tüm alanlarda kadınların haklarını geliştirmekle ilgilenenler, New York Yüksek Mahkemesi'nin 1973'te çıkarılan ve genel olarak ABD’li kadınlara kürtaj yapma hakkı veren yasanın iptal edilmesi kararı karşısında şok oldular. Olağandışı olan bu kararla birlikte kürtaj anayasal hak olmaktan çıkarken, bu konudaki kanunlar eyaletlerin kendi inisiyatiflerine bırakıldı.
Arap dünyasına gelince, iki öğrenci gün ortasında kampüste iki meslektaşını öldürdü. Ürdün ve Mısır toplumlarının yanı sıra tüm Arap toplumları bu olay karşısında sarsıldı. Ayrıca olay, her iki ülkenin içinden ve dışından olayın saiklerine ilişkin bir dizi soruyu gündeme getirdi. İnsanları dehşete düşüren böyle bir suç ihtimaline dair işaretlerin olup olmadığı, dikkate alınıp alınmadığı soruldu. Prensip olarak, Mısırlı bir öğrencinin ve ardından Ürdünlü bir öğrencinin öldürülmesi karşısındaki bu şaşkınlık normaldir. Bu bir tür korkudur, fakat yine de şu sorulabilir: Neden iki olaya verilen tepki, sanki ilk defa böyle bir hadise yaşanmış gibiydi? Sadece Mısır ve Ürdün'de ya da Arap ve Müslüman topraklarında değil, tüm toplumlarda kadınların cinayete kurban gitme riskleri yüksektir. Pek çok durumda, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ya da uzak bölgelerde ve daha spesifik olarak bu ülkelerin kırsal kesimlerinde kadın cinayetleri işlenir ve bundan da kimsenin haberi olmaz. Bu bağlamda yaygın cinayet sebebi ise ‘utançtan kurtulmak’ iddiasıdır. Aslında kimi zaman böyle bir ‘utanç’ söz konusu olmaksızın ya da tespit edilmeksizin cinayet işlendiği olur. Bu suçlar kimi zaman güvenlik birimlerinin ve hukukçuların kulağına gelir, fakat fazla ilgili göstermezler. Bir nebze üzüntülerini dile getirir ve kurbanın ailesini, onurlarına gelen bu lekeden ötürü teselli ederler.
Buradaki mantık gördüğünüz süre sakattır, ancak kadim zamanlardan beri var olan yaklaşımın yansımasıdır. Bu kadınlara karşı süregelen köklü bir ataerkil düşmanlıktır. Çünkü bu hastalıklı düşünceye göre kadınlar, yalnızca fiziksel yapıları bakımından değil, genel olarak yeterlilikleri bakımından da en zayıf yaratıklardır.
Yukarıda bahsettiğim hususa cevaben farklı kültür ve inançlara sahip toplumların bunları artık aşmış olduğu ve bunlardan geriye bir tehlike teşkil edecek pek bir şey kalmadığı söylenecektir. Evet, hayır! Çoğu toplumun kadınların ülkelerinin ilerlemesine katkıda bulunmasını engelleyen birçok gelenek ve göreneği geride bırakarak ilerlediği doğrudur. Ancak zihinler, derinlere kök salan ve aslında arka planda sürekli bir inkar durumu (state of denial) olarak varlığını sürdüren bir hastalıkla maluldür. Bu hastalıklı düşünce herhangi bir kadının inisiyatif sahibi olabileceğini ya da kendi alanında kayda değer bir başarıyla ulaşabileceğini reddeder. Yine bu düşünce belirli bir ülkeyle veya kültürle sınırlı değildir. Feminist hareketlerin küresel ilerleyişini yakından ve derinlemesine inceleyen kişi, kadın karşıtı ilerleme olgusunun varlığını zorlanmadan görebilir.
Demir Leydi’yi hatırlamıyor musunuz? Elbette hatırlarsınız. Belgelenmiş gerçekler, sıradan bir bakkalın kızı olan Margaret Thatcher'ın, güçlü bir irade ile öncelikle liderlerinin ‘kadın’ olması karşısında kibirlenen üst düzey muhafazakar çevrelere karşı, ardından İngiltere’nin içinde ve dışında verdiği tüm siyasi savaşlar sonrasında hakkıyla bu unvanı kazandığını söylüyor. Bayan Thatcher, 1980’li yıllara ait yaşayan bir örnektir, ancak bu fenomen yüzyıllardan daha öncesine uzanmaktadır. Şeytan Marka Giyer (The Devil Wears Prada) filminde Meryl Streep, yetenekli bir kadının kireçlenmiş olan gerçekliği değiştirebileceğini ve etrafta parıldayan daha fazla yıldız sunabileceğini kanıtlıyor. Bu erkek üstünlüğü kompleksine karşı önemli bir zaferdir. New York Yüksek Mahkemesi'nin son kararı, kadınların seçme özgürlüğü hakkını tersine çeviren acı bir gerilemedir. Ancak hiçbir şey bir noktada durup kalmaz, hayat her zaman akmaya devam eder.