Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Arap zamanı soruların zamanıdır!

Rusya-Ukrayna savaşından kaynaklanan en son ve en büyük gıda ve enerji krizleri başta olmak üzere dünya genelindeki krizler şiddetlendikçe Arap ülkelerindeki krizler de buna bağlı olarak şiddetleniyor. Bu ülkelerin başında, yıllardır her türlü kargaşaya tanık olan dört, beş veya yedi Arap ülkesi bulunuyor. Birbirini takip eden ve şiddetlenen bu krizlerin ortasında iki haber veya iki olay karşımıza çıkıyor. Bunlardan birincisi, ABD Başkanı Joe Biden’ın bölgeyi ziyareti ve Suudi Arabistan'da Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) liderlerinin yanı sıra davet edilen diğer üç Arap ülkesi Mısır, Ürdün ve Irak liderleriyle görüşmesidir. İkinci haber ya da olay ise, İranlılar ile P5+1 ülkeleri arasında iyi ya da kötü nükleer anlaşmaya geri dönmek üzere müzakerelerin yeniden başlamasıdır. 
Avrupalılar, müzakereler sonunda bir şeyler başarmak için can atıyorlar ama başarılı olunacağı hususunda umutsuzlar ve Avrupa'nın kalbinde savaşın patlak vermesi sonucu zayıfladılar. ABD’liler daha az istekli değiller, ancak savunma hususunda NATO’ya ve enerji ve gıda krizleri de dahil olmak üzere bir dizi meselede ABD’nin yardımına daha fazla ihtiyaç duyan Avrupalılardan farklı bir konumdalar. Her iki taraf için en büyük tehlike İran'da değil, Rusya'da ve Çin'de. Berlin'deki G7 toplantısında Ukrayna'ya daha fazla askeri ve ekonomik destek çağrısında bulunuldu. Ancak toplantı kapsamında en göze çarpan husus, Çin devi ve “Bir Kuşak, Bir Yol” stratejisi karşısında durmak için yüz milyarlarca dolar harcanacağının duyurulmasıydı. Peki, İran'la yapılan nükleer müzakerelerde bir anlaşmaya varılması ya da varılmaması durumunda bunun sonuçları ne olacak? Her iki durumda da en çok fayda ve zarar gören taraf kim olacak? Özetle, anlaşmaya varılırsa Avrupalılar bundan ne fayda sağlayacak? Şayet anlaşma sağlanmazsa ABD’liler ve Avrupalılar bundan nasıl zarar görecek?
Tüm bu sorular, çok önemli olmasına rağmen, uluslararası ilişkilerin değişkenlerini keşfetmeyi amaçlamamaktadır. Aksine amacımız son yaşanan hadiseyi ve dosyayı incelemektir: Amerikan başkanının bölgeye yaptığı ziyaret. Biden'in ziyaretinin temmuz ortasında gerçekleşeceği ifade edildi. Buna ABD’lilerin, İsraillilerin ve bazı Arap yorumcuların “Arap NATO'su” hakkındaki konuşmaları eşlik etti. Gerçekleşmesi durumunda bu kuruluşun, yıllardır karadan, denizden ve havadan Arap ülkelerindeki istikrarı bozmak ve kargaşayı yaymak için çalışan İran'a karşı ABD öncülüğünde bir ittifak olacağı varsayılıyor. Buradaki asıl mesele ABD’nin niyetleri, ne ölçüde ulaşmaya hazır olduğu, güvenlik ve stratejik garantileri ile ilgili değildir. Aksine, her ne kadar son iki yıl içerisindeki deneyimlerden sonra bunlar da çok önemli olsa da asıl mesele, ABD’nin teklifinin gerçekleşmesi durumunda beklenen faydalarla, bundan kaynaklanabilecek bölgesel ve uluslararası ilişkilerdeki değişikliklerle ilgilidir.
2008'den beri İran'ın Arap ülkelerinde kargaşa yaratmaya yönelik faaliyetleri hakkında yazıyor ve konuşuyorum. İran’ın müdahalelerini, son baskısı 2017 yılında yapılan “Araplar, İranlılar ve Günümüzdeki İlişkileri” başlıklı bir kitapta topladım. İran’ın, Arapların bugününe ve geleceğine yönelik büyük tehdidi hafife alınmamalıdır. Körfez ve diğer aktif Arap devletleri, bu kötülüğü savuşturmak için İranlılarla iletişim kurmaya çalışsa da tüm gizli ve açık müzakerelerin pek bir faydası olmadı. İranlılar her zaman, Arap komşularıyla ABD’lilerin dış müdahalesi olmadan en iyi ilişkileri kurmak istediklerini söylüyorlar. Fakat ABD’nin onları püskürtmek için nerede ve ne zaman müdahalede bulunduğunu söylemek gerekir: Irak'ta mı, Suriye'de mi, Lübnan'da mı? Yoksa Yemen'de mi? ABD, İran milisleri Körfez ve diğer Arap devletlerine saldırdığında onları durdurmak için nereye müdahale etti? Oysa ABD’nin İran karşısındaki konumu daima savunma olmuştur. General Süleymani'nin öldürülmesi bir istisnadır. Onu Amerikan ulusal çıkarları için bir tehlike olarak gördükleri için öldürdüler. ABD'nin şu ana kadarki politikası İran'ı yatıştırmak veya özümsemeye çalışmak yönünde oldu. Güçlü Arap devletleri şuna ikna oldular:
Cildini tırnağın gibi kimse kaşıyamaz
Tüm işlerinle sen ilgileneceksin!
Araplar bu nedenle savunmalarını güçlendirdiler, bir yandan koruma, diğer yandan güvenlik ve istikrarı artırıp halklarının yararına yeni ve farklı ufuklar açmak için temaslarını ve stratejilerini genişlettiler.
Bu bağlamda ulaşmak istediğim en önemli soru şudur: Yıllardır İran'ın sömürdüğü ve kargaşa çıkardığı dört Arap ülkesi yeni NATO'dan ne fayda sağlayacak? Neden? Niçin? Çünkü Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen'de hüküm süren koşullar, aktif ve güçlü Arap devletleri için İran nükleer programından daha tehlikelidir! ABD’liler hala İran'ı, nükleer silahlarının önüne geçmenin yanı sıra bölgeyi istikrarsızlaştırmayı bırakması, balistik çalışmalarını durdurması ve Devrim Muhafızları terörüne son vermesi için ikna etmeye çalışıyor. İran bunu şu ana dek kabul etmedi ve etmeyecek. Dolayısıyla ABD ve İsrail’le ya da İsrail’siz yeni NATO konusunda anlaşmaya varılsa da İran'ın Şam, Irak ve Yemen istilası devam edecek. Birisi, bunun güvenlik alanını genişletip güçlendireceğini, Obama günlerinden bu yana ve hatta ondan önce ilişkileri sekteye uğratan problerden sonra ABD-Arap ilişkilerine yeniden bir ivme kazandıracağını söyleyebilir.
Burada kabul ettiğim şey, küresel planda gördüğümüz gelişmelere rağmen “ABD sonrası dünya”nın hala çok uzakta olduğudur. Amerikan sistemi halen dünyanın sistemidir ve biz de onun içindeyiz. ABD bu düzeni korumak için bize ve diğerlerine müdahale ediyor. Güçlü Arap ülkeleri geçen yıllarda -müşkülpesent ABD karşısında, özellikle kendileri, yetenekleri ve başkaları hakkında yanılsamaları olan Demokratlar zamanında- egemenliklerini ve istikrarlarını korumakta cesur davrandılar. Enerji krizi, çok kutupluluk, stratejik alanlar ve diğer kaynaklarla ilgili yaşanan zorluklar karşısında kendi güçlerinin sınırlarının farkına varmış olabilirler. Bu değişkenlerin bölgesel ve küresel düzeyde anlaşılmasında, ABD ile Arap dünyası arasında karşılıklı bağımlılık ve genel ilerleme alanlarında tarafların çıkarlarına ilişkin yeni bir hamle gereklidir.
ABD’lilerin istediği budur. Biz de düşmanlıkları ve gerilimleri artıran kutuplaşmalara girmeden bunu istiyoruz. Askeri ittifak, her ne isim altında ve hangi formülle olursa olsun egemenlik ve stratejik güvenlik açısından Suriye, Irak, Yemen, Lübnan, Filistin ve Ürdün'e faydalı olmalıdır. Yetmiş milyon Arap’ı İran boyunduruğundan ve Filistinlileri İsrail kemendinden kurtarmalıdır. İttifak demek, karşılıklı taahhütler demektir. Onlar bizim güvenliğimizi taahhüt ederken biz ne yapacağız?
Luka İncili’nde İsa, Marta’ya şöyle der: “Marta, Marta, sen çok şey için kaygılanıp telaşlanıyorsun. Oysa gerekli olan tek bir şey vardır.”