Hüda Huseyni
Lübnanlı gazeteci-yazar ve siyasi analist
TT

Küresel istikrar Körfez petrolünün avuçlarında!

Gün geçmiyor ki şu türden sorularla karşılaşmayalım: Hizbullah ile İsrail arasında bir savaş yaşanacak ve Lübnan yerle bir olacak mı? Yahut aniden olabilecek bir savaş nedeniyle Beyrut tatilimizi iptal edelim mi?
Arap-İsrail çatışması üzerinden 75 yıl geçti ve bu çatışma birçok can aldı, insanları ve yapıları yerle bir etti, halkları yerinden ederek onurlu ve güvenli bir yaşam arayışı içinde dünyanın dört bir yanına dağıttı. Birçok aklı başında ve makul Arap, İsrail ile savaşın yalnızca daha fazla geri kalmışlığa ve yıkıma giden bir yol olduğunu anladı. Ancak halklar için insana yakışır yaşam imkânları güçlendirilerek toplum inşasının başarılı olabileceğini ve o zaman halkların kazanımlarını savunmak ve vatanlarını korumak için savaşacaklarını idrak etti. Buna karşılık bazı Araplar, illüzyonlar ve hayaller üzerine kurulu kısır düşüncenin tutsağı kaldılar. Kimisini buna sınırlı düşünce, çoğunluğunu ise İran'ın yayılmacı projesi gibi yabancı projelere hizmet etmek sevk etti.
Eric Rouleau, Fransız bir Yahudi, İskenderiye'de doğup büyüdü ve ardından ailesiyle birlikte Fransa'ya taşındı. Fransız Basın Ajansı'nda ve daha sonra Fransa'nın en prestijli gazetesi Le Monde'da çalıştı ve onun baş muhabiri ve analisti oldu. Rouleau 1963'te, merhum Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır ile görüştü ve yayınlanan röportaj o zamanlar önemli bir atlatma haber sayıldı.
Rouleau’nun “Dans les coulisses du Proche-Orient” (Ortadoğu’nun Perde Arkası) başlıklı anılarında anlattığına göre El-Ahram gazetesi genel yayın yönetmeni ve Cumhurbaşkanı Abdunnasır'a en yakın isimlerden olan arkadaşı Muhammed Hasaneyn Heykel, 1967 Mart'ında bir sabah Paris’teki ofisindeyken kendisini arayarak "Başkan seni istiyor" demiş. Rouleau arkadaşına en kısa zamanda geleceğini söylemiş ve gerçekten de ertesi gün Kahire'ye ulaşmış. Bir kayıt makinesi ve sormak istediği soruların yazılı olduğu kağıtlarla Heykel’in eşliğinde Kubbe Sarayı'na gitmiş.1963'teki gibi bir atlatma haber yapacağı düşüncesiyle heyecanlıymış.
Abdunnasır toplantı odasına girmiş ve selamlaşmadan sonra Rouleau’ya şöyle demiş:
“Ne bir şey kaydedecek ne de yazacaksınız. Size bir röportaj değil, görev vereceğim. İsrail Başbakanı Golda Meir'e gitmenizi ve barışçıl bir çözüme, ama Mısır ile münferit değil tüm Araplarla kapsamlı bir çözüme varmamız yönündeki arzumu kendisine iletmenizi istiyorum.”
Toplantı sona erdikten sonra ve iki adam el sıkışırken Rouleau, Abdunnasır'a kendisini tarih için çok önemli olan kelimeleri kaydetmekten mahrum ettiğini söylemiş. Başkan gülümsemiş ve sekreterini çağırarak "Bay Rouleau'ya toplantının kaydının bir kopyasını verin” direktifini verdikten sonra Rouleau’ya da “Umarım bunu sadece tarih için saklarsınız" demiş. Fransız gazeteci böyle yapacağına söz vermiş.
Rouleau önce Güney Kıbrıs’a, oradan da Tel Aviv’e gitmiş. Önemli ve acil bir mesele için Meir ile görüşme isteğini iletmiş. Randevuları arasında onunla birkaç dakika görüşen Meir şu cevabı vermiş:
“Abdunnasır’a tüm Araplar adına konuşmamasını ve İsrail'in Mısır ile ön koşulsuz tek taraflı bir çözümü memnuniyetle karşıladığını söyleyin.”
Rouleau Paris’e dönmüş ve Abdunnasır’ın girişimini fiilen bitiren İsrail’in cevabını Heykel’e iletmiş. İsrail’in cevabının bu şekilde olması şaşırtıcı değildi. Zira o sıralarda İsrail’in 1967 savaşı için planları tüm hızıyla devam ediyordu. Arap kitleler, Arapların caydırıcı gücünden, "El-Zafer" ve "El-Kahir" füzelerinden ve Sovyetler Birliği'nin sınırsız caydırıcı desteğinden emindi ve kendisini güvende hissediyordu. Ne var ki dolunayın bulutların ardında kaybolduğu karanlık ve uzun 4 Haziran gecesinde, Sovyet liderliği artık ulaşılmazdı. Birleşmiş Milletler güçlerinden Akabe ve Tiran Boğazlarından çekilmesini isteme kararının sonuçlarını telafi etmek için Sovyet liderlerini arayan Abdunnasır hiçbiriyle temas kuramadı ve felaket gerçekleşti. Büyük güçlerin hesapları, bir satranç oyunu gibidir, daha yüksek bir amacı gerçekleştirecekse piyondan vezire kadar herhangi bir taş kurban edilebilir. Bugün, 1967 felaketi meydana geldiğinde Sovyet ajandasının aslında bir değişim evresinden geçtiğini ve Soğuk Savaş'ın sonuna yaklaşmış olduğunu biliyoruz.    
Tarihte hızlı bir atlama yaparsak;, Mısır ordusu, Ekim 1973'te Süveyş Kanalı'nı geçmeyi ve aşılmaz olduğu söylenen İsrail Bar Lev Hattını yerle bir etmeyi başardığında da Arap halkları, yenilmez İsrail ordusu bozguna uğratıldı diye sevinçten havalara uçtular. Ama bu sevinç, ABD Başkanı Richard Nixon olağanüstü hal ilan edip İsrail kuvvetlerini desteklemek için bir askeri hava köprüsü kurana kadar sürdü. Yardımlar sayesinde İsrail ordusunun 162. Tümen'i Abirey-Halev Operasyonu ile Süveyş Kanalı’nı geçerek Mısır’ın 3. Ordusu’nu kuşattı.
Joe Biden'ın gezisi, ABD'nin Afganistan'dan çekilmesinden bir yıl sonra geldi. Bu, ABD'nin 11 Eylül sonrası döneme ilişkin defteri kapatmasından bu yana yapılan ilk başkanlık ziyaretiydi.
Amerikan kuvvetleri hala Suriye ve Irak'ta konuşlanmış olsa da gerçek şu ki, ABD'nin "ebedi savaşlarının" sembolik sonuyla birlikte, bölgenin, Washington dış politika çevreleri ve Amerikan kamuoyunun frekans bandında sahip olduğu konum da geriledi. Bölge genelinde çatışmalar devam etse de yoğunluğu yeterince düşük ve kendisine pek çok ve çeşitli diplomatik angajman süreçleri eşlik ediyor. Öyle ki en azından ABD dış politika çerçeveleri açısından, keza diğer önemli şekillerde de artık “normal” bir Ortadoğu'dan bahsedilebilir.
Bu normalleşme, bölgedeki güçlerin hiçbirinin nihai hedeflerine askeri müdahaleler ve vekalet yoluyla yürütülen çatışmalarla ulaşacak durumda olmadığına dair itiraflarını yansıtıyor.
Bu aynı zamanda Donald Trump'ın başkanlığının son aylarında "İbrahim” adı verilen anlaşmaların imzalanması, İsrail ile BAE ve Bahreyn arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasıyla resmileştirilen yılların sayısını da yansıtıyor. Anlaşmaların motivasyonu İran'ın oluşturduğu tehdide ilişkin ortak tasavvurdu. Diplomatik normalleşme aynı zamanda her iki tarafın da Arap-İsrail ayrımını tanımasını, başta İsrail-Filistin meselesi olmak üzere modası geçmiş, statükoyu değiştirmekte etkisiz olduğu uzun süredir kanıtlanmış siyasi çatışmalar adına kazançlı ekonomik sinerjiden vazgeçişlerini de yansıtıyordu.
Joe Biden'ın ziyaretinin "değişim" yönü en çok İsrail'de öne çıktı. Obama'nın İran nükleer programı ve İsrail-Filistin barış süreci konusundaki farklı tutumları nedeniyle yaşanan ikili gerilimler geride kaldı. Trump yılları etrafında dönen tartışmalar da ortadan kalktı. Ne yazık ki Filistin meselesi, özellikle Rusya ve Ukrayna'daki savaşın devam etmesiyle ikincil bir meseleye dönüştü. Bu da, tarihte olduğu gibi ABD'nin bölgedeki çıkarları arasında önceliğinin küresel enerji piyasalarının istikrarı olduğunu gösterdi. Ukrayna'daki savaşın yansımaları nedeniyle hem ABD'de hem de dünyada benzin fiyatlarının yükselmesiyle birlikte Biden, Suudi Arabistanlılar ile müdahale etmek, üretimi artırmak ve küresel piyasaları rahatlatmak amacıyla onları üretimi artırmaya ikna etmesi için artan bir baskı altına girdi. Beyaz Saray petrol sorununu küçültmeye çalıştı.
Suudi Arabistan’ın Ortadoğu ve dünyada merkezi bir güç aktörü olarak konumu pekişti. Suudi Arabistan pozisyonu, ABD'nin Ortadoğu ile angajmanı söz konusu olduğunda, çıkarların halen değerleri geride bıraktığını kesinleştirdi.
Devletin rolünü ortadan kaldırarak kendisini güney Lübnan'ı İsrail işgalinden kurtaracak tek lider olarak kabul ettiren "Hizbullah"a Arap destek çığlıkları 2000 yılında yeniden yükselmişti. Böylece Hizbullah, Lübnan’ın Suriye ile bugüne kadar ihtilaflı olduğu Şebaa Çiftlikleri adında uydurma bir sorunu çözme iddiasıyla kendisine silahlı olma hakkı verdi. İran Devrim Muhafızları'nın bir birliği olan Hizbullah, silahı ile Lübnan’da son sözü söyleyen, devletin her kurumunda karar verici, dolayısıyla İran'ın Lübnan'daki kontrolünün bir kılıfı haline geldi. Temmuz 2006'da iki ülke sınırları yakınında İsrail askerlerini kaçırarak bu konumunu sabitleştirdi. Hizbullah’ın bu eylemi yıkıcı bir savaşın patlak vermesine yol açmasının yanı sıra maliyetini kat kat aşan yatırım fırsatlarını kaybettirdi. Hizbullah, silahının İsrail için caydırıcı ve Lübnan'ın tek koruyucusu olduğuna dair sahte bahanelerle Lübnan'daki kontrolünü sürdürdü. Projesinin ve doktrinin Kudüs'ü kurtaracağına, adaletsizliği sona erdireceğine ve insanlığı özgürleştireceğine inandıklarından halen Hizbullah’ı alkışlayanlar, destekleyenler ve onun için fedakarlıklar yapanlar var. Arap-İsrail çatışmasının tarihinde hep olduğu gibi, mezhepçi, kabileci ve içgüdüsel düşünce, gerçekliğe ve mantığa galip geldi. Zira Hizbullah 2006’da İsrail’e karşı bir zafer kazanmış olsa bile bu zafer, Lübnan’ın uğurlu Hizbullah döneminde dünyanın en yoksul ülkelerinden biri haline geldiği bir zamanda geldi. Buna karşılık Hizbullah’ın yenmek istediklerinin (İsraillerin) ekonomilerinin büyüklüğü 500 milyar dolara, kişi başına düşen ortalama aylık gelir ise 3 bin 600 dolara ulaşıyor. Şimdi de düşman uçakları her gün Lübnan hava sahasını ihlal ediyor, Hizbullah’ın Suriye'deki mevzilerini bombalıyor, adamlarını öldürüyor. Kendisinde Lübnan’ın sınırlarını ihlal etme ve zenginliklerine sahip çıkma hakkı görüyor. Ortada ne caydırıcılık ne de caydırıcı bir taraf var. Zafer hayalleri ve şarkıları okunup Araplara felaketler getiren kendisinden önceki Arap liderlerin yaptığı gibi, Hizbullah Genel Sekreter'inin tehdit eden ve gözdağı veren bağırışlarından başka bir şey yok. Hizbullah’ın sunduğu son zafer illüzyonu, Kariş’te sondaj yapan gemiye yaklaşmaya çalışan ve İsrail tarafından denize düşürülen İHA’lardı. Herhangi bir çocuğun bir oyuncak mağazasından alabileceği bu araçları Nasrallah, sanki denizde, karada veya havada sabit şeylermiş gibi İsrail savunma mevzilerini keşfetmesi için gönderdiğini iddia etti. Elbette bunun üzerine yüksek sesli tezahüratlar ve tekbirler yükseldi. İsrail ile çatışma, artık İran’ın ülkeleri kontrol etmek ve yayılmak için kolları aracılığıyla geçtiği bir köprüden ibaret.
Persler tarafından icat edilen satranç oyununa geri dönersek; İran yüksek hedefleri uğruna er ya da geç kollarını feda edecektir. O zaman, Allah’ın olmasını istediği şey gerçekleşene kadar onların yerini kaos, daha çok yoksulluk, toplumsal çözülme ve kayıplar alacaktır.