Hüda Huseyni
Lübnanlı gazeteci-yazar ve siyasi analist
TT

Olmayacağını bildikleri bir savaştan bahsediyorlar!

İsrail'de tüm Arap dünyasına yönelik bir Arapça kanal kurma düşüncesi var. İsrailliler bu projenin Ortadoğu ve Arapça konuşulan her yerde kitlelerin bilincini etkilemelerine ve İsrail’in kendi hikâyesini yaymalarına olanak sağlayacağına inanıyorlar.
İslami Cihad ile giriştikleri ve 3 gün süren çatışma, bu düşünceye varmalarına katkıda bulundu. Çatışma süresince Hamas parmağını bile oynatmazken, o günlerde Hizbullah’ın gittiği en ileri nokta ise bir kınama bildirisi yayınlamak oldu. Halbuki İslami Cihad’ın planladıklarıyla çakışan Aşûrâ günlerinde Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'ın yaptığı açıklamalar ve konuşmaların hepsi, Lübnan kapılarına dayanan bir savaşa hazırlanıyordu.
Ancak bugünkü konumuza giriş yapmadan önce, İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Nasır Kinani Pazartesi günü yaptığı açıklamada, "Selman Rüşdi ve destekçileri, başına gelenlerden sorumludur" dedi.
“İfade özgürlüğü, Selman Rüşdi'nin dine hakaret etmesini ve kutsallarını kötülemesini haklı çıkarmaz" diye ekledi. Bunu söyleyen İranlı ve Rüşdi'nin öldürülmesi çağrısı yapan fetva da, İran devriminin lideri tarafından yayınlandı. Ancak daha sonra Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi tarafından uygulanmaması çağrısı yapılarak iptal edildi. Rüşdi'nin öldürülmesi fetvasının gerçek nedeni, birisinin dediği gibi, “Şeytan Ayetleri” kitabındaki küfür değil, dikkat çekici bir şekilde Humeyni'ye benzeyen "İmam" karakterini iğneleyici ve keskin bir şekilde karikatürize edilmesi de olabilir.
Diyelim ki devlet olarak İran'ın bununla hiçbir ilgisi olmadığına, birilerinin meseleyi ölçüp biçip İran'ın şu anki durumuna uymadığı sonucuna vardığına inandık, bu devletin ve kollarının terörizmi desteklemediğine ya da terörist uygulamalarını durduracağına nasıl inanabiliriz? Cevad Hasan Nasrallah, Rüşdi’ye yönelik suikast girişimine yorum olarak Humeyni, Kasım Süleymani ve Şeytan Ayetleri kitabının başlığının yer aldığı bir resim yayınlayan bir kadın meslektaşımızı, Dima Sadık'ı ağza alınmayacak küfürlerle tehdit ettiğinde ve öldürülmesi çağrısı yaptığında buna nasıl inanabiliriz? Lokman Salim'i unuttuk mu? Cevad’ı bunu yapmaktan caydıracak kimse yok muydu, yoksa bu sözlerle Hizbullah'ın İran Devrim Muhafızları'na bağlı bir tugay olduğunu vurgulamak mı istedi? Her halükarda İran Devrim Muhafızları, emirlerini doğrudan Dini Lider'den alan son derece profesyonel ve katmanlı bir örgüttür. İran dışında herhangi bir eyleme karıştığında İran rejiminin en üst kademelerinden onay almış demektir. İran Devrim Muhafızları bir faaliyette bulunuyorsa İran faaliyettedir.
Hasan Nasrallah'ın tehdit ettiği yeni tür savaşlara tanık olacak mıyız? Dün Nasrallah, Allah’tan emir aldığını söylüyordu. Bugün oğlu çıkıp bize Humeyni ve Süleymani'nin kutsal olduklarını ve onları kötüleyenlerin ölümle cezalandırılacağını söylüyor.
Dima Sadık'ı uzun zaman önce ölen bu iki kişiden kim koruyacak? İran, Lübnan kolunu bu görevle görevlendirmediyse, Nasrallah oğlunun bu kışkırtmalarına neden sessiz kaldı? Anne, eş ve gazeteci Dima Sadık'ın öldürülmesi ile Nasrallah, İsrail'i imha etme saatinin geldiğine karar verdiğinde, İsrail'e kendisini neyin beklediği konusunda bir ders mi verilecek? Önemli olan, İsrail onun silahlarına, füzelerine ve İran'ın silahlarına Tartus ya da başka bir yerde hava saldırısı düzenlediğinde, İran’ın Amerikalıların bulunduğu Tanf üssüne saldırı düzenlemek için sabaha kadar beklemesi. Yine önemli olan,  Hasan Nasrallah'ın, İsrail'e karşı “vaat edilen” savaş yerine onun politikalarına ve oğlunun duygularına muhalif Lübnanlıları öldürmesi.
Neyse, artık konumuza giriş yapalım…
Gazeteci Muhammed Hasaneyn Heykel, Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır ve yetmişli yıllarının ortalarına kadar bir dönem cumhurbaşkanı Enver Sedat’a (yaklaşık iki hafta önce Kabil'de öldürülen Eymen el-Zevahiri ona yönelik suikasta katılmıştı) en yakın isimlerden biriydi. Hatıralarını anlattığı bir televizyon programının bölümlerinden birinde şunu anlatmıştı: 1978'de Camp David'de İsrail Başbakanı Menahem Begin ile yaptığı görüşmelerde, Sedat,  İsrail'in pozisyonlarında keskin bir katılık ve inat ile karşı karşıya kalmıştı. Mısır cumhurbaşkanı her zaman barış karşılığında toprak ilkesine atıfta bulunuyordu. Uzun zamandır beklenen Arap-İsrail barışının önünü açan Kudüs ziyareti için elindeki her şey üzerine bahis oynadığını ve bunun karşılığında toprağın geri verilmesi gerektiğini belirtiyordu. Heykel şöyle devam ediyor; oturumlardan birinde ABD Başkanı Jimmy Carter'ın yanında Sedat bu fikri tekrarlandığında, Begin ayağa kalktı ve elini masaya vurarak şöyle dedi: "Sedat Bey, siz ve birçok Arap yanlış bir kanıdasınız. Barış karşılığında toprak ilkesini, İsrail'in toprağı geri vermesi ve Arapların da ona barış vermesi şeklinde anlıyorsunuz. İsrail'in sizden barış dilenmediğini bilmelisiniz, onu size İsrail’in vereceğini, karşılığında da toprak alacağını anlamalısınız. Bunun üzerine Sedat ayağa kalktı, Amerikan başkanına çıkmaz bir sokağa girdiğini söyledi ve ardından toplantıdan çekildi. Taraflar arasındaki diyalog üç gün süreyle kesildi ve daha sonra başkan Carter'ın baskısıyla tamamlandı. İki taraf, İsrail'in yükümlülüklerine uyarak Sina'dan çekildiği ünlü Camp David Anlaşmasını imzaladı. Birçok kişinin bilmediği şey ise, İsrail'in bu topraklardan çekilmesinin Mısır'ın bu topraklar üzerindeki egemenliğini kısıtlayan şartlı bir geri çekilme olduğudur.
İsrail’in Camp David'deki bu kibirli düşüncesi aynı kaldı ve bir zerre bile değişmedi. Öte yandan İsrail’e karşı direniş yanlısı Araplar, Filistinlilerin haklarını değiş tokuş edecekleri barış kartını ellerinde tuttuklarına inanmaya devam ettiler. İsrail'in haklar ve barış algısının ne olduğunun çok geç ayrımına varan direnişçi Arap liderlere gelince, halklarına doğruyu söylemediler. Çıkarlarını ve itibarlarını korumak için İsrail ile masa altından müzakerelere devam ettiler. O zamanlar Sovyetler Birliği olan Rusya ve ABD'nin sponsorluğunda düzenlenen 1991 Madrid Konferansı'nda merhum Suriye Devlet Başkanı Hafız Esed de İsrail'in bu uzlaşmazlığını ve kibrini test etmişti. Konferansa katılan eski bir Suriyeli diplomat, Faruk eş-Şara'nın temsil ettiği Esed'in başlangıçta İsrail’den Golan'dan tamamen çekilmesini istediğini, İsrail Başbakanı İzak Şamir kendisine kayıtsız şartsız savaş durumunu sona erdirmeyi öneren bir teklifle karşılık verdiğinde ise Esed’in itibarını kurtaracak bir şey bile alamayacağını anladığını söylüyor.  Bunun üzerine medyası, heyecanla Suriye cumhurbaşkanının Taberiye Gölü’nde yüzme konusundaki ısrarını konferansın başarısız olmasının nedeni olarak göstermeye odaklandı.
Son zamanlarda İsrail’e karşı savaş çağrıları yükseliyor ve savaşın başlayacağına dair haberler yapılıyor. Direnişçi medya, İsrail’i ortadan kaldırmakla tehdit edecek kadar ileri gidiyor. Bu medyanın izleyici kitlesi, barış kartının kendi ellerinde olduğuna ve İsrailliler ile barış karşılığında hakları takas edeceğine inandığı gibi buna da inanıyor. Hasan Nasrallah’ın bağıra çağıra İsrail’i yenilgiye uğratma gücüne sahip olduğunu tekrarlaması sabırlı halkın basiretini bağladı.
Nasrallah nasıl İsrail’i yenilgiye uğratmasın ki, kendisi Yüce Allah tarafından görevlendirilmiş. Hizbullah’ın yerle bir edilmesine katkıda bulunduğu harap, parçalanmış, fakir ve bitkin bir ülkenin mensubu olan bu Nasrallah, aralarında 50 hayalet uçağın bulunduğu 1964 savaş uçağına, 3230 tanka, 180.000 asker ve yarım milyondan fazla yedek askere, füzelere karşı Demir Kubbe ağına sahip bir ülkeyi ortadan kaldıracağını söylüyor. Allah aşkına Nasrallah bunu nasıl yapacak? Uhud Savaşını örnek veriyor ve Cenab-ı Hakk’ın: “Sayıca az nice topluluklar var ki; Allah'ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir” ayetine atıfta bulunuyor. Kendisinin Allah’ın Resulü (Allah’tan mağfiret dilerim) olmadığını ve Hizbullah içinde bir Halid bin Velid ve herhangi bir sahabe olmadığını unutmuş gibi yapıyor.
Kendimizi tekrarlayacak olsak da şunu söylemeliyiz; Hizbullah İran Devrim Muhafızları’nın bir birliğinden ibaret.  Tahran'daki liderliğin emirlerine uyuyor ve gerçeği söylemek gerekirse emirleri tamamen uyguluyor, Nasrallah'ın da kabul ettiği gibi Dini Liderin arzusundan ilham alıyor. İran İslam devletinin savaşları doğrudan değil, silahlı kollarının savaşçıları ve o ülkelerin halklarının fedakarlıkları üzerinden yürüttüğü biliniyor. İran, en güçlü ve önemli kolu olan Hizbullah'ın konumunun çok hassas ve 2006'da olduğu gibi İsrail ile bir savaşa dayanamayacak hale geldiğinin oldukça farkında. Zira İsrail füzelere karşı savunmasını güçlendirdi ve bu savunma son Gazze savaşında İslami Cihad’ın gelişigüzel fırlattığı tüm füzelerini havada patlatarak etkinliğini kanıtladı. İran ayrıca, Hizbullah’ın kuluçka yuvasının aç ve hayal kırıklığı içinde olduğunu, çocuklarına ilaç ve bir somun ekmek almak için aşağılayıcı kuyruklarda beklediğinin farkında ki daha önce böyle duruma düşmemişti. Dolayısıyla Hizbullah’ın kuluçka yuvası uzun süre ayakta kalamayacak ve kendisini tüm Lübnanlıların yaşadığı bu trajik duruma ulaştıran Hizbullah’ın aleyhine dönecek. Buradan hareketle, savaş tehdidi, altmışlı yıllarda Ahmed Said'in "Savt el-Arab" radyosundan sürekli terennüm ettiği gibi sözden ibaret kalacak diyebiliriz.
Tüm dünyanın her düzeyde çok zor, hatta benzeri görülmemiş koşullardan geçtiği açık ve net. Örneğin İran, Afganistan'da Taliban'a karşı DEAŞ ile iş birliği yapmaya başladı. Şaşırtıcı olmasa da rahatsız edici olan şey, İran Devrim Muhafızlarının saflarına katmak için Batı'daki ikinci neslin kararsız çocuklarını araştırmaya başlaması. Kimlikleri ve onları evlat edinen aileler veya asıl dedelerinin evi ile olan ilişkileri konusunda belirsizlik hisleriyle büyüyen çocukları istismar etmesi.
DEAŞ da aynısını yaptı, zayıf ve savunmasız gençlere, eksikliğini hissettikleri özgünlüğü göstermeleri için bir yol sunarak yaşadıkları kimlik krizlerini ve şizofreni duygularını sömürdü.
Bu çocukları sosyal medyada arayıp bulmak çok kolay ve İran medya kanalları rutin olarak onları hedef alıyor. Zira Devrim Muhafızlarının, ölmeleri için savaşçılara ihtiyacı var.
Bu nedenle, maceralar, halkları bir bahis gibi kullanmak ve onları tehlikeye atmak, içerik olarak 1978 yılında Güney Amerika’daki Guyana’da müritlerini ana binada toplayıp, bu müritlerden 900’ü ile topluca intihar eden Amerikalı Protestan Rahip James Jones’in hikâyesinden çok da farklı olmayan bir intihar eylemidir. Onlar intiharlarının kıyametin başlangıcı olacağına inanıyorlardı.