Hazım Sağıye
TT

Kapının arkasında hangi ABD duruyor?

ABD birçok açıdan kendine, çeşitli açılardan bakmayı dayatıyor. İran ile nükleer anlaşma imzalayan ve anlaşmaya geri dönebilecek ABD dünyayı ve özellikle de Arap bölgesi olarak bizleri endişelendiriyor. Aynı biçimde birkaç gün önce dokuzuncu yıl dönümüne giren, Suriye'nin Doğu Guta bölgesindeki kimyasal silah katliamına göz yuman ABD, yine dünya ve bizim için can yakıcı. Diğer yandan Amerikan gücünün, bileşimleri ve yönelimleri açısından güvenilir olmayan kuvvetler lehine birçok düzeyde gerilemesi de ürkütücü. Gerçek şu ki emperyal güç ya da saldırgan imparatorluğun değil de bu gücün gerilemesi, nükleer anlaşma veya Beşşar Esed'in suçlarının görmezden gelinmesi türünden eylemleri açıklıyor.
Şüpheye yer bırakmayacak bir şey var ki o da ABD’den nefret etme hastalığına yakalanmış karşıtların, ABD'nin mevcut ve fiili düşüşünü çöküş olarak tanımlarken abartılı bir acelecilik içinde olduklarıdır. Bu arada onlar yükselme ve ilerleme işaretlerini ancak omurgaları kırılarak çökmüş ülkelerde görüyorlar. Onların bu “analizi” daha ziyade efsaneden başka kendilerini destekleyecek bir şey bulamayan, diğer şeylerin yanı sıra dünyayı gözlemleme ve yeniliklerini takip etme konusunda tipik bir tembelliği ifade eden arzularının beyanıdır.
Gerçek şu ki bugün ABD'de yaşananlar, bir ülkenin on yıllardır olduğundan daha güçlü, genç ve canlı çıkabileceği devasa bir niteliksel atölye çalışması seviyesinde. Bir fikir sahibi olmak açısından, "uykucu" ve "yaşlı" ABD Başkanı Joe Biden'ın 17 Ağustos itibarıyla 95 mevzuat ve 93 başkanlık kararını imzaladığını söylemek yeterli. Bu konuda gerçekleştirilen belki de en önemli şey, iktidar ve muhalefet partileri ile Kongre’nin Altyapı Yasası'nı onaylaması. Yasa kapsamında ülkenin yolları, köprüleri, demiryolları, havaalanları ve limanları yeniden inşa edilecek. Bu da günlük hayatın gereklilikleri ile başlayıp, çevrenin temizlenmesi, internet erişiminin yaygınlaşması ve geliştirilmesi ile devam eden hizmetleri kapsayan büyük bir gelişme şeklinde yansıyacak. Yasa daha önce ihmal edilmiş veya mahrum bırakılmış gruplara ve bölgelere odaklanacak. Kendisine 1,2 trilyon dolar (1200 milyar dolar) tahsis edilen böyle bir projenin iş olanaklarına ve işgücünün verimliliğine etkilerini hayal edebiliriz. Tüm düzeyleri ve alanları ile yaşam giderlerini azaltacak etkilerinden bahsetmiyoruz bile.
Liste uzayıp gidiyor… Örneğin, yaklaşan iklim değişikliğiyle mücadele, zengin ve büyük şirketler üzerindeki doğrudan vergileri artırırken sağlık maliyetlerini düşürme planı için 700 milyar dolar harcanacak. En parlak Amerikan ekonomistlerinden biri olan Paul Krugman, "The New York Times" da, elde edilen başarıları överken aynı zamanda daha fazlası için çağrıda bulundu. Ona göre bugün yaşananlar her gün yaşanan bir olay olmalı. Krugman, bu yönetimin iç politika hedeflerini üçe ayırıyor: Çökmüş ve yıpranmış altyapıya yatırım yapmak, iklim değişikliğiyle mücadele etmek ve özellikle çocuklu aileler için sosyal güvenlik ağını genişletmek.
Krugman, katı ve yansız bir muhasebede bulunduğu yazısında bu yönetimin ilk iki hedefinin ve üçüncü hedefin bir bölümünü gerçekleştirdiğini düşünüyor.
Bu olup bitenlerin kısmen ara seçimlere ve dolayısıyla Demokrat Parti'nin azalan popülaritesini pekiştirme çabalarına mahkum olduğu doğru. Ancak sonuçlar, şüphesiz bu seçimlerden ve herhangi bir seçimden çok daha ileri olacak. Bunlar siyasetten çok tarihe geçecek türden.
ABD yakın tarihinde, Sanayi Devrimi'nin 19’uncu yüzyılın üçüncü çeyreğinde Avrupa'dan kendisine geçişinin başlatmış olabileceği bir dizi büyük ekonomik ve sosyal sıçramaya tanık oldu. 1860'ta Abraham Lincoln başkan seçildiğinde, Amerikan nüfusunun yalnızca yüzde 16'sının şehirlerde yaşadığını, yüzde 84'ünün kırsal kesimlerde yaşayıp tarım ile geçindiğini söylemek yeterli. Ardından, İç Savaş'tan (1861-1865) sonra, kuzeydoğu ile sınırlı olan sanayiler güneye doğru genişledi. 1930’lu yıllarda, Başkan Franklin Roosevelt'in "Büyük Buhran"a yanıtı olan "New Deal" (Yeni Düzen) ile yaklaşık 50 yıldır devam eden kurumsal çalışma ve işçi haklarının temelleri atıldı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra tüketim talebindeki patlama muazzam ekonomik büyümeyi beraberinde getirdi. Otomobil ve elektronik gibi yeni veya genişleyen endüstriler, artan doğum oranları gibi bu eğilimi güçlendirdi. Böylece gayri safi milli hasıla 1940'ta 200 milyar dolardan 1960'ta 500 milyar dolara yükseldi. Daha sonra Başkan Lyndon Johnson'ın (1963-1969) “Büyük Toplumu” ile tıp, eğitim ve diğer hizmetler niteliksel olarak genişledi. Aynı şekilde demokratik katılımdan yararlanan sınıf ve etnik gruplar da.
Beş yıl kadar sonra bugün yaşananlar da benzer bir etkiye sahip olabilir ve bu büyük Amerikan sıçramaları arasında kendisine bir yer edinebilir. Karşıtların sattığı “Amerikan çöküşü” dışında her şey söylenebilir. Ancak dış politika elbette farklı ve daha sorunlu bir konu olmaya devam ediyor.