Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Biz niye böyleyiz?

Psikiyatri, psikoloji, sonuçların kaynağına doğru ilerlerken şöyle dedi: Her şeyin kaynağı çocuklukta yaşadıklarımızdır. Sonra sosyoloji de buna katıldı ve dedi ki, “Her şeyi içinde bulunduğumuz ortamda öğreniriz, örneğin; annenin kahvaltı hazırlaması gerektiğini, babanın işe gitmesi gerektiğini ve kız-erkek çocukları olarak bu gördüğümüzü öğrendik, sindirdik ve bunun sonraki nesillere dair taşıyıcısı olduk. İki yaklaşımda aslında “Biz niye böyleyiz?” sorusuna cevap ararken buldu bu gerçekleri. İfade ettiklerim içerisindeki önemli husus şurası, “bir cevap aramak…” bir cevap aramak, dikkati, incelemeyi, üzerine düşünmeyi kapsayan süreç. Ve problem oluşturan şeylerin başında gelen ise “dikkat etmemek, incelememek, ezbere davranmak, üzerine düşünmemek. Zira içinde bulunduğumuz ortam bize odaklanmamız gereken yer dururken, sürekli dikkatimizi başka yöne çekerek “a bak kuş geçti” diyor, biz de geçmeyen kuşları ararken, kendimize dair ne kadar mühim şey varsa hepsini kaçırıyoruz. Sonra bu yoksunluk bizi bir sürüye dahil ediyor ve o sürü içinde kendi yokluğumuzu fark etmiyor, çoğu kez kendimizi hiç görmeden, hiç bilmeden, yaşadık sayarak ölüyoruz.
Türkiye’de siyasetten, sosyolojiden, ekonomiden ve daha milyonlarca şeyden bahsedilirken sürekli diğer ülkeler örnek verilir, bir kıyas yapılır sonra ülkedeki mevzu edilen konu, ya yerilir ya övülür nihayetinde, günün sonunda hiçbir şey değişmeden sadece bizleri huzursuz eden ya da gerçek olmayan bir gurura sevk eden bir hisse varılır. Bu varış sonrası gerçeklikten kopmuş, kendi homurtumuzun bıraktığı huzursuzluğu sindirmiş biçimde yine aynı sürü içinde kendimiz olmak dışında her şey olmuş olarak yaşar ve sonra ölürüz.
Ülkeyi ya da toplumu bir başka toplum ya da ülke ile kıyaslamayacağım… “Biz niye böyleyiz?” sorusunda “öteki böyle değil” gibi bir anlam da yok.
Hayata gözlerimizi açıyoruz, ailemizin tüm manevi mirasını omuzlarımıza alıyoruz. Sürekli olarak hayatımızla ilgili verilen kararları uyguluyor, sonra kendi hayatımızı yaşamadığımız, ailemizin müdahil olduğu bir süreci yaşadığımız için yeni, yaşanması gereken bir hayat arıyoruz. Çocuklarımızın ya da çevremizin hayatına gereksiz bir biçimde müdahale ederek yaşanacak bir hayat arıyoruz. Çünkü her insan en azından bir hayatı yaşamayı hak eder. Bir insan için yaşanmayan, yaşayamadığı bir hayat, yaşanması gerekendir, yaşamadıysa mutlaka ömrü boyunca bunu arar, kendi hayatı başkaları tarafından yaşandığı, kullanılmaz hale geldiği için muhtaç olduğu bir yaşamı aramaya koyulur, yaşayabilmek için bir hayat arar, bulur mu, evet. Ama bulduğu kendi hayatı değil bir başka çalıntı hayattır… bu silsile böyle ilerlerken kendi hayatını yaşayamamış yığınlar oluşur, bu yığınlar da zaten sürüyü oluşturanlardır. Artık sürü içinde kendi hayatını yaşayamamış, sürekli yaşayacak bir hayat arayan, başkalarının hayatı içinde kendine ait olmayan ve kendine uymayan bir hayatı üzerine geçirmeye çalışanlar yığını oluşur. Bu böyle devam eder. Muhtemelen, bize verilen, kendimize ait bir hayatı yaşayamadan ve ömür boyu yaşamamız için verilmiş bir hayatı arayarak, bulamayınca da başkalarınınkine musallat olarak, yaşanmamış hayatlar yaratarak gözlerimizi yumarız hayata…
Aile, en önemli şeylerden biri, etkisini ve gücünü kelimelerle ifade etmem mümkün değil. Bir anlamda korunağımız, kabuğumuz ama “bizde” bir anlamda da demir kafesimiz. Hayatımız çalınmaya ilk orada başlıyor. Bize öğretilen bir şey var; babalarımız kahramanlarımızdır. Ya da annelerimiz. Anne ve babaya ehemmiyet verme gereğini nas ile öğrenmiş biri olarak, onlara ehemmiyet verme ile hayatlarımızı ellerine verme arasındaki farkı anlamayan yığınların yaşadığı olumsuzlukları anlamam neredeyse 40 yılımı aldı… bunu fark etmeden hayata gözlerini yumanların sayısı, fark edenlerden milyon kat fazladır. Dağıtmadan devam edeyim, kendimizi kurban etmeyi ilk ailemizde öğreniyoruz. Hayır, burada ailemizi kötülemiyor, aileyi yadsımıyor, anne-babaya iyiliği yok saymıyorum. Sadece şunu söylüyorum; anne-babaya, aileye iyilik farzdır, farz olmasa dahi gereklidir ama onlara iyilik demek, kendinizi yok sayarak, kendinizi kurban ederek, kahramanı olmanız gereken hayatınızda onları kahraman yaparak kendinizi kurban etmeniz değildir; yanlış olan işte  budur.
Ne giyeceğimize, ne yiyeceğimize, ne okuyacağımıza, kiminle ve nasıl yaşayacağımıza bizim yerimize, cahillik zamanlarımızda karar vermeleri gerektiğine inanıyor ancak bizler yetişkin olduğumuzda buna devam etmelerinin, ki muhtemelen kendi ebeveynleri de aynısını kendilerine yaptı, bizleri kendi varlığımızın farkında olmaktan uzaklaştırdığını düşünüyorum.
Bu yaşadıklarımız, aile ile sınırlı kalmıyor, kalsa zaten bu kadar yıkıcı olmaz, maalesef aileden başlayıp önce yakın, sonra uzun çevreye uzanıyor ve böylece bu şekilde bir toplum oluşuyor. Çevre ve topluma da uzanan bu gelenek, arkadaşını dilediğin gibi yönlendirme, komşunun hayatıyla ilgili yorum yapma, iş arkadaşının kararlarına müdahil olma gibi milli sporlarımızı oluşturuyor… çünkü erişkinlik 14-15 yaşlarında başlayıp, 18 yaşında tamamlanması gereken bir şey olmasına rağmen, biz 20’li, 30’lu yaşlarımızın sonunda bile kendimize ait bir yaşam alanı oluşturamıyoruz. Bir kere koloni halinde yaşıyoruz… aile, akrabalar, sosyal çevre… sonra o hayatlar içinde çoğunluk, yaşayamadığı bir hayatı yaşamaya muhtaç olarak dolaştığı ve bulamadığı için içine düştüğü o girdapta, kendi kahramanı olma gereğini unutarak, kurban olmaktan başka çaresi olmadığını düşünerek tüketiyor hayatını. Sürekli bir şeyi arayan ama bulamayan bu kitleler aynı zamanda öfke, gerilim, huzursuzluk gibi insanı kendisinden en fazla uzaklaştıran duyguların da kör kuyularında debeleniyor. İnsan kör bir kuyudayken ne ister? Bir kurtarıcı, bir kahraman…
Bu yüzden sürekli bir kahraman arıyoruz, kendi içimizi yoklamayı hiç düşünmüyoruz. Çünkü kendimizin kahraman olacağına dair bir inancımız yok çünkü kendisi bile olamamış kurbanlardan kahraman olmaz, kurtarıcı olmaz, olsa olsa kurban olur.
Bir sonucun, hem de bahsettiğim gibi bir sonucun asla ve asla tek sebebi olmaz, sebepleri olur. Benim ifade etmeye çalıştığım da bir sebeplerden sadece bir sebep.
Bir niye böyleyiz?
Biz böyleyiz çünkü kendi hayatını dahi yaşayamamışlar tarafından büyütüldük, yaşamamayı öğrendik, içimizde bizim bile fark etmediğimiz bir yer, yaşanacak bir hayat ararken, çözümü kendisinde değil bir kurtarıcı mitinde aradı… şimdi de arıyor ve muhtemelen de aramaya devam edecek.
Bir böyleyiz çünkü… bir kurtarıcı ihtiyacına o kadar çok inandık ki, kendimizi yegane kurtaracak olanın kendimiz olduğuna inanmıyoruz. Mesela bu yüzden her gün kafamıza göre bir ilke, bir değer üretiyoruz sonra acıkınca ya da işimize gelmeyince o ilke putlarını kolayca yiyebiliyoruz. İlkesizlik bu sayede bir teferruat olarak kalıyor.
Biz böyleyiz çünkü… yaşamadığımız bir hayatta, zevklerimiz ne, isteklerimiz ne bilmiyoruz. Sanat üzerine konuşmamız gereken yerde Ayşe’nin özel hayatını konuşuyoruz, akrabamızın dedikodusunu yapıyoruz, köreldikçe köreliyoruz, karakterimizi çiziyoruz… üç kuruşluk makam için yüz kızartıcı ayak oyunlarına tamah ediyoruz, hukuku, adaleti, hatırı kolayca siliyoruz. Çünkü yaşanmamış bir hayat, aynı zamanda insani erdemin de yeşereceği bir ortamdan uzak kalmamıza neden oluyor.
Biz böyleyiz çünkü bir hayata bile sahip olamadığına inanan yığınlar, bir kahraman tarafından yönetilmek ister, doğru ya da yanlış, o yarattığı kahramanın varlığına kendini varlığını bağlar, o gidince yok olacağım sanır, o yüzden onu tüm günahlarına ve hatta kendisine yaptığı tüm zulümlere rağmen bir şekilde haklı çıkarır, kendisinden vazgeçerek -çünkü kafasında kendisi yoktur- onun varlığına, varlığını armağan eder.
Biz böyleyiz çünkü… itiraz gücümüz yok, güçsüz olduğumuzu kanıksamak öğretiliyor bize… zulme itiraz edemiyoruz çünkü itiraz güç ister, biz güçsüz olduğumuza, başkalarının bizim yerimize karar vermesine izin veremeye alışmışız. İrademizi yok sayabiliyor, ya da “vardır bir bildiği” diyerek kendi haklarımızdan kolayca vazgeçebiliyoruz.
Biz böyleyiz çünkü… kendine ait bir hayatı yaşama hakkı olduğuna bile inanmayan, sürekli başkalarının bizlerin hayatına müdahale etmeye hakkı olduğuna inanlarız. Öfkeli, yorgun, sürekli bir şeyleri arzulayan ama onun adını koyamadığı için arayışlar içerisinde tükenenleriz. Kendi tükenmişliğimizin öfkesini başlarından çıkarmayı da iyi biliyoruz. Bu yüzden bazen kolayca kötülük yapabiliyoruz. Kötü nedir, kötü kime zarardır, ötekine mi? Hayır, kötülük ilk etapta yapana zarardır ama kendi varlığına inanmayan biri için kendisine vereceği bir zarar da yoktur… bu yüzden kolayca herhangi bir kötülüğe imza atabiliyoruz.
Biz böyleyiz… çünkü bize böyle olmak öğretildi.
Hiç düşündük mü peki, hiçbir şey olmadığımıza inandırıldığımız bu hayatta, Allah bizi niye yarattı, hiçbir şey olsan yaratmazdı, yarattı demek ki bir şeysin… Kendinden vazgeçme lüksün yok. Çünkü sana diyor ki, -haşa- “Seni yarattım, seni yaratmamda bir anlam var, sorumlusun, sorumluluğundan vazgeçemezsin, benim adımla sana kötülüğü emredene “hayır” demek de senin sorumluluğun, sorumluluğundan kaçamaz ya da onu bir başkasına devredemezsin.”
Allah’ın insana emri, sadece namaz, oruç, örtü değil. Allah bize sorumluluğu emreder. O sorumluluk gereği, kendi hayatını başkalarının ellerine terk edemezsin ve başkalarının hayatına da göz dikemezsin. Dolayısıyla Allah’ın adının günde beş vakit anıldığı, Allah’ın şanını yüceltmek isteyen inananlar olduğumuzu iddia ettiğimiz bir coğrafyada, besmele ile başladığımız tek şey sadece Fatiha değil, aynı zamanda bir yaşam olmalı. Kötülükten uzak, riyadan beri, kendimize ait, başkasına terk edilmemiş ya da başkasınınkine göz dikilmemiş bir hayat, Allah’ın hem insana bahşettiği hem de sorumluluk beklediği bir şeydir. Nasıl ki, haram yemek suçsa, size helal olmayan bir hayatı yaşamak da gasptır, haramdır, kendinizi terk etmekte…
Kendisine bunca kötülüğü yapabilen ve bu sayede yeni kötülüklere fırsat tanıyan insanoğluna, bazen kötülüğün sadece kötülük olduğunu, geçmişle alakası olmadığını hatırlatırken aynı zamanda satırlarca yazdığım konuyu birkaç cümle ile tekrar ederek tamamlayayım; kendi hayatınızı yaşayın, başkalarınınkini değil ve eğer kendi hayatınızı yaşayacak kapasitesiniz ve cesaretiniz yoksa, kapasitesi ve cesareti olanlarınkine musallat olmayın. Uyduruğunuz kağıttan kaplanlara, tapındığınız ucuz kahramanlara varlığınızı emanet edin, başkalarına bulaşmadan çünkü paramı çalmanı affedebilirim ama hayatıma musallat olmanın halkın indinde de hakkın indide de affı yok. Yarattığınız cehennemde yalnız yaşamayı öğrenmekten başka çareniz yok, aynı zamanda başkalarına cehennem hazırlama hakkınız da!