İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

İran işgali: Üçte bir engelinden mezhepçi tehcire

Lübnan’ın kuzey kıyılarından yola çıkan ve dün Suriye kıyılarında batan “ölüm gemisi” felaketi ilk değildi ve bana göre son da olmayacak.
Neden? Çünkü felaketin sebebi hala varlığını sürdürüyor. Lübnan'ı çevreleyen yerel ve bölgesel durumlar ve krizler, bir çözümün yokluğunda benzer felaketlerin yaşanacağını gösteriyor. Şayet Irak'ın doğu sınırlarından Lübnan ve Suriye kıyılarına kadar -ki burası ismi Gazze Şeridi olan Cuha’nın Çivisi’dir- İran'ın fiilen işgal ettiği geniş bölgede neler olduğuna ilişkin sembolik bir işaret varsa, o da İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin Birleşmiş Milletler kürsüsünde Kasım Süleymani'nin fotoğrafını kaldırmasıdır.
Bu, saldırgan bir milis zihniyetinin ve yayılmacılığın küstahlığının, din adına, teoride ülkelerin egemenliğini ve sınırlarını güvenceye alan uluslararası meşruiyetin kalesine dayattığı korkunç, gerçeküstü bir sahnedir. Ne uluslararası meşruiyetin ne de herhangi bir devletin egemenliğinin ‘devrimini ihraç etmekle’ ilgisi yoktur. Özellikle de dinin sancağı altında kışkırtma, ihanet, tekfir ve göçün yanında siyasi, ekonomik, eğitim, kültür ve yargı kurumlarının tahribini beraberinde getiren bir devrimin.
Humeyni devriminin başlangıcından bu yana, uluslararası hukuku, uluslararası sınırları, farklı kültür ve medeniyetlere sahip halkların bir arada yaşamasını reddeden bir ‘rejim’ açıkça teşvik edildi. Aynı zamanda teorik ve pratik olarak bölgesel ve küresel hakimiyetin meşruiyeti empoze edilmeye çalışıldı. Bu rejim ve liderliği kendini dini bir çehreye bürüdü. Gerçekten de 1979'dan bu yana gizlice ve alenen yaptığı şey budur. İlk İran-Irak savaşını sona erdiren “zehir yudumu” aksaklığına rağmen tereddüt etmeden ilerlemeye devam ediyor.
İran Devrim Muhafızları, girdiği her ülkede ‘Humeyni tecrübesini’ yeniden üretmeye yönelik tüm deneylerin modeli ve garantörüydü, ki hâlâ da öyledir. Burada iyi niyetli insanlar, uluslararası toplumun, bu devrimin İran içindeki kanlı başlangıçları -suikastlardan bombalamalara ve Sadık Halhali mahkemelerine kadar- sırasında onu kontrol altında tutmak ve genişlemesini önlemekle ilgilenmek zorunda kaldıktan sonra bu deneyimi nasıl ele aldığını sorgulamalıdır.
Ancak bölgesel ve uluslararası çıkarlar, İran'ın hassas stratejik konumu, yeni düşmanlıkları ve alternatif anlaşmalarla netice veren ‘soğuk savaşın’ sona ermesi, gerçekleri değiştiren faktörler oldu. Bunlar, uluslararası karar mercii başkentlerin doğasını, emellerini ve düşüncelerini bildiği bir rejimin rehabilitasyonuna katkıda bulunan faktörlerdi. 1990'da Kuveyt'in işgali, sadece İran'ı rehabilite etmek ve Devrim Muhafızlarını kabul ettirmekle kalmadı, aynı zamanda Hafız Esed rejimine Lübnan'ı yönetme yetkisini altın bir tabakta sundu. İlk İran-Irak savaşında İran'ı Irak'a karşı destekleyen tek Arap rejiminin Esed rejimi olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda güvenlik ve siyasi bir kılıf altında Tahran'a ‘Devrim Muhafızları'nın’ Lübnan kolunu, yani ‘Hizbullah’ı kurma fırsatını veren oydu. Hatırlatmak gerekirse, eski İçişleri Bakanı Ali Ekber Muhteşemipur (Muhteşemi) ülkesinin Şam büyükelçiliğini yaparken Hizbullah’ı kuran asıl isimdi.
Washington, Tel Aviv, Moskova ve Pekin bu gerçeklerin farkındaydılar ve uzun yıllar bununla uğraştılar. Tıpkı İsrail'de birbirini takip eden liderlerin 1973 sonbaharından bu yana güvenli bir ateşkes hattı aracılığıyla Suriye rejimiyle (baba ve oğul Esed dönemlerinde) bir arada yaşadıysa Washington da 1920'den beri Irak ve Lübnan'daki ‘kimyanın’ derinden farkındaydı. İki ülkenin miras aldığı ırk, din, mezhep, ayrılıkçı eğilimlerin ve tarihi nefretlerin örtüştüğü hassasiyetleri biliyordu. Ancak Eylül 1970'ten bu yana Lübnan'ın uçuruma sürüklenmesine ve 15 yıl boyunca 150 binden fazla kişinin hayatına mal olan yıkıcı bir bölgesel iç savaş girdabına düşmesine izin verdi. Irak'a gelince, 11 Eylül 2001 saldırılarını bahane ederek 2003 işgalinde Saddam Hüseyin rejimiyle eski hesapları kapatmaya çalıştı. Oysa rejimin bu saldırılarla hiçbir ilgisi yoktu. Sonra Irak'ı mollaları, milisleri ve Devrim Muhafızları ile İran'a verdi ve ülkede yüzyıllardır süregelen ‘Sünni azınlık’ egemenliğine son vermekle övündü.
2003'ten bu yana Irak'ta yaşananlar ve İran'ın Refik Hariri'yi ve onunla birlikte Lübnan devletini yeniden inşa etme projesini yok ettiği 2005 yılından beri Lübnan'da olanlar, Tahran'ın Bereketli Hilal üzerinden Maşrık’a ve oradan da Yemen'e ve Körfez'e kadar uzanan sömürge stratejisinin önemli bir parçasıydı. Irak'ta, daha sonra Lübnan ve Suriye'de yaklaşık on yıllık bir hakimiyetin ardından devletin yıkımı, kimliğin yok edilmesi, kültürün bozulması, demografik değişim, göç ve yerleşme aşamalarına tanık oluyoruz. Suriye ve Lübnan'daki liderlikler, hayali pozisyonlara dönüştü. Asıl karar ise Tahran'da alınıyor ve silahlı temsilcileri aracılığıyla pratize ediliyordu. Aşina olduğumuz güç mekanizması artık donmuş veya ilga edilmişti. Bağdat ve Şam'daki yapay ‘ilerici cephelerin’ demokrasi karikatürlerinin ardından İran bugün, Irak ve Lübnan'daki ‘üçte bir engeli’ bahanesiyle ‘âtıl’ demokrasileri kontrol etmekte ustalaştı.
Irak ve Suriye’deki şehirlerin demografik dokusu, İran işgalinin kökleşmesine, göç ve yerleşme mekanizmalarıyla demografik genişlemesine paralel olarak her gün değişmektedir. Demografik değişim sürecine doğrudan ve etkili bir şekilde katkıda bulunan ölümcül sefaletle karşı karşıya olan Lübnan'da da durum pek farklı değil. Ayrıca siyasi kararlar sınırların dışından alınıyor ve bu kararları Lübnan vatandaşlığına sahip, bu topraklarda ikamet eden ve Arapça -en azından şu ana kadar- konuşan kimseler uyguluyor.

Bağdat, bir süredir ‘geçici hükümet’ altında cumhurbaşkanını seçmek ve ‘en büyük’ parlamento bloğunu belirlemek için (Sadr grubunun çekilmesinin ardından) bekliyor. Bağdat’ta hükümet kurma hazırlıkları devam ediyor. Bazıları bunun bir Irak ‘ulusal çoğunluk hükümeti’ olmasını isterken, Tahran ise kendisinin ve takipçilerinin çıkarlarını gözetiyor. Aynı kriz, cumhurbaşkanı (!) görev süresinin sona ermesiyle ve yine geçici hükümetin(!) gölgesinde Lübnan'da yaşanıyor.  Suriye'ye gelince, New York'taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kürsüde Süleymani'nin fotoğrafı gösterilirken ve Viyana'da nükleer müzakereler devam edilirken başkanlık, hükümet veya egemenlik hakkında konuşmaya gerek yok.