Abdulaziz Tantik
TT

İslam dünyasının sekülerleşmesi…

İslam Tarihi boyunca en büyük tehdit: seküler bakıştan gelmiştir. Yunan felsefesi, Hint Mistisizmi ve İran kültürü ve Manihaizm bir tehdit olmuştur İslam düşüncesi ve dünyası için, ama hiçbiri seküler kültür kadar etkin bir yapıya sahip olamamıştır. Her kültürün kendi iç bünyesindeki gücü ve zaafı olmakla birlikte İslam düşüncesi hem epistemik üstünlüğü ve hem de ontolojik üstünlüğü ile onları kendi epistemik sistematiği içinde konumlandırabilmiştir.
Seküler episteme ve düşünce ise İslam Dünyasının gerilemesi dönemine denk gelmiştir. İslam Coğrafyasının işgale uğramasına neden olmuştur. Ve bu travmanın ürettiği zihinsel boşluk seküler olana yönelmeyi mümkün kılmıştır. Yenilginin boyutu, derinliği ve aciz bırakışı, doğal olarak seküler olana yönelmeyi de zorunlu kılmıştır. Ayrıca işgale uğramış topraklarda iktidarı seküler kültür yanlılarına devrederek içerden bir değişime kapı aralamıştır. Bütün bu olumsuz şartlar, müslüman şahsı korunaksız ve güvensiz kılmıştır. Ayrıca müslüman olmanın şuurunu kaybeden kitleler, halk yığınları iktidara dayalı yeni seküler sisteme yakınlık duymaya, iş, aş ve konfor üzerinden yönelmeye başlamışlar. Önce, Müslümanlıklarını geride tutarak çıktıkları yola, zaman içinde geride kalan Müslümanlıklarını unutmaya başlayarak yeni hayata adaptasyonu sağlamışlardır.
Yeni durum karşısında İslam Coğrafyası farklı tepkiler üretti. Aydın ve entelektüeller, modern batılı kültürü benimsediler ve bir çıkış yolu olarak gördüler. Aynı zamanda bu yeni durum onlara bir iktidar alanı üretti. Bu yeni konumu sevdikleri için İslam ve ilgili her şeye en şiddetli şekilde bu kesim saldırdı. Gazeteci, akademisyen, aydın kategorisi zaten seküler eğitimden geçmişlerdi. Yeni bakışın da öncüleri olmaya başladılar. Eğitim sürecindeki değişim, seküler eğitime geçiş ise daha genç ve yeni nesli bu seküler kültüre aşina kıldı. Bürokratik sistem ve devlet kurumlarında işe girmek de yeni seküler kültüre zorunlu adaptasyonu sağladı. Burada iş bulma ve işte kalmaya yönelik baskı yüzünden o davetlere katılma ve orada benimsemiş gibi durma, süreçle doğallaştırmaya ve meşrulaştırmaya başladı. Harf inkılabı, eğitimin sekülerleştirilmesi, hukukun sekülerleştirilmesi, dini eğitimin yasaklanması, yasal zemindeki dini eğitimin ise çok kısıtlı ve alt düzeyde olması, seküler kültürü dayatan bir iktidar ve iktisadi şartlar karşısında müslüman şahsiyetleri çözmeye yaradı.
Mevcut durum karşısında ise müslüman zihnin karışık olması, yeterli bir donanıma sahip olamaması, gelenekten kopmuş bir zihnin yaşadığı bunalımı da dikkate aldığımızda farklı tepkilerin oluşması zaruri olmuştur. Bu zaruret, milliyetçiliği öne çıkarmıştır. Arap milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği ve benzeri ırkçılıkları meşru zeminde kurmaya imkân sağlarken, her milliyetçilik kendince din ile bir bağ kurarak geniş halk kitlelerine ulaşmaya gayretten de geri kalmamıştır. İslam ile bağını sürdürme ve müslüman olmayı hayati bir zemin olarak görerek, dine daha derinden sarılmayı isteyen bir kesimde var olmuştur. Burada da Müslümanlar üçe ayrılmıştır: ilki dindar ve milliyetçi, herkesin kendi ulusal devletini kurması üzerine kendi devletine sahip çıkma arzusu ve beka meselesi ile birlikte din ile de bağını sürdürme arzusu bu görüşü güçlendirmiştir. Bir kısmı ise, modern düşünce ve seküler kültür ile din arasında bir uzlaşı bulunmalı ve bizim bu imkânlardan mahrum kalmamız doğru olmaz, dedi. Doğru yöntem de din ile seküler kültür arasında bir uzlaşı üretmektir anlayışı öne çıktı. Bu yaklaşım, birkaç cepheden onaylanmış ve desteklenmiştir. Kurulmuş yeni devletin daha da güçlü ve halk ile barışık olmasını isteyen iktidarlar, zorunlu olarak bu görüşe yaklaşmışlar, devlet eliyle desteklenmiş, eğitimde öncelik sağlanmış ve onlara kendilerini ifade etme imtiyazı sağlanmıştır. İktidarda da konum elde etmeleri sağlanmıştır. En yalın hali olan teknik ve ahlak ayrımı üzerinden batı seküler düşüncesi ile uyumu sağlayacak bir zemine ciddi yatırımlar yapılmıştır. Bu akım aynı zamanda geleneğe ve İslam tarihi boyunca üretilmiş bilgi sistemine yönelik sert ve şiddete varan saldırılar yapmaktan imtina etmemiş. Kendilerine tek düşman olarak o gücü görmüş ve her türlü saldırı aleti ile geleneğe ve bu geleneğin oluşturduğu kurumlara yönelik saldırılar sistemli bir şekilde desteklenmiştir. İşte bu aynı zamanda müslüman halk ile aydını arasındaki derin uçurumu beraberinde taşımıştır.
İslam tarihi boyunca hiç olmayan bir şey olmuştur. Epistemik kopuş yaşanmış ve müslüman zihin tam bir kargaşaya teslim olmuştur. Modern episteme üzerinden dini gelenek ve tarihi eleştirel bir tutumla analiz edilmiş ve din ile hiç ilgisi olmayan yönleri üzerinden dinin bizatihi kendisi de eleştiriye tabi kılınmış. İslam tarihi boyunca hiç olmayan nübüvvet meselesi tartışma konusu olmuş, peygamberliğin örnekliği geride bırakılmış, Kuran diyerek modern epistemenin yorum karakteri ile yeniden din yorumları yapılmıştır. Bu çalışmalar ve çabalar müslüman halk ile aydını ve entelektüeli arasındaki uçurumu derinleştirmekten öteye geçmemiş, güveni zedelenen halk ise hiç kimseye güvenmemeye başlamıştır.
Bir denge üzerinden din ile bağını sürdürme ve modern duruma yönelik eleştirel tutum üzerinden dinin kendi bilgi sisteminden yana tavır alarak ona göre düşünceler üreten ve sosyal hayata dair yeni yaklaşımlar geliştiren akımlar ise; ya yasaklanmış, meşruiyetleri ortadan kaldırılmış, ya iktidar olma arzusu yüzünden bu dengeli ve doğru dini bakış, tasallut altına alınarak onlara yönelik bir saldırı; psikolojik, sosyolojik ve siyasi veçhelerini kapsayan saldırılar yapılmıştır. Bu meselede daha sert tepkiler ortaya koyanlara ise şiddete yönlendirerek onların üzerinden dinin kendi dinamiklerine yönelik bir şüphe oluşturmaya ve sekülerleşmeyi geniş halk kitlelerine ulaştırmaya yeltenmişlerdir.
Bir denge üzerinden İslam düşüncesi ile bağ kuran ve doğru yoruma ulaşma çabaları ise, darbeler, iktidar değişimleri veya iktidar etmeler üzerinden baskılanmış, geçici durgunluklar, müslüman hareketleri etkilemiş ve zaafa uğramalarına neden olmuştur. İşte ülkemiz bağlamında Refah-Yol iktidarı ve Ak Parti iktidarları bu süreci temellendiren bir özellik göstermişlerdir. Sağcı muhafazakâr bir zeminden İslamcılığa evirilmiş bir yapıyı yeniden milliyetçi ve muhafazakâr bir eğilime yönelterek İslamcılığın bu topraklarda bir daha sesini çıkaramayacak düzeye getirilmiştir. Bu durumda 15 Temmuz sonrası meydana gelen İslamcılık tartışmaları ve eleştirileri de İslamcılığın artık istenmeyen bir akıma dönüştüğünü göstermesi bağlamında önemli bir yere sahiptir. Hala İslamcılık akımına mensubiyetini sürdüren kişiler ise zaten yalnızlığa tevdi edilmiş ve kendi başlarına kendi ahlaklarını korumaya matuf bir arayışı sürdürmektedirler. Bu yalnızlaştırılmış kişiler, kendileri gibi olan diğer yalnızlarla bağ kuracak bir yapıya da sahip olamadıkları için durum gittikçe kötüleşmeye meyyal bir yöne kaymaktadır.
Her yönden İslam düşüncesine yönelik saldırılar, savunmaya yönelik arayışları zora sokmakta ve daha itinalı, dikkatli olma arayışı, bizatihi sorunun kaynağı olmaya yönelmektedir. Bu arada ciddi çabalar ve arayışlar iyi sonuçlara gebe bir şekilde yürümektedir. Ama iktidarın her türlüsü ile kaybeden müslüman zihin, çok zor koşullara rağmen kendi bilgi sistemini yeniden kurmaya matuf çalışmaları o yalnızlaştırılmış kişiler eliyle yapmaya çalışmaktadır.
Sekülerleşme her alanda kendine bir alan bulmaya devam etmektedir. Ama aynı zamanda sekülerlik, bizatihi sorun üretmeye de devam etmektedir. Bu sorunlar ise sürekli yeni sorunlara gebe bir şekilde hayatiyetini sürdürmektedir. Modern dönem, Post modern dönem ve Trans hümanizm ile Post hümanizm tartışmaları, yeni sorunlara mekân olmaya devam etmektedir. İnsanlık tarihi boyunca insan olmanın ne’liğine yönelik yeni sorgulamalar ise sekülerliğin güvenilirliğini zedelemekte ve gittikçe artan bir şekilde gerilemesine zemin oluşturmaktadır. Her ne kadar iktidar olmanın avantajını kullanarak hala yaşamın baskın karakteri olmasına rağmen, iktidar olmanın ürettiği zaaf ile de gücünü yitirmekte ve yeni arayışlara zemin hazırlamaktadır. İnsan üzerine yapılan yeni tartışmalar ve insan sonrası ile ilgili teorik çalışmalar, araştırmalar ve benzeri konular, insanlarda sekülerliğe dair bir şüphe üretmeye devam etmektedir.
Müslüman entelektüel ve aydınlar, âlimler ile işbirliği yaparak kendi epistemik sistemlerini yeninden kurmaya yönelmeli, çağdaş bir dil üzerinden kendini ifade edebilmeyi öğrenmeli, bu yeni dil, klasik epistemenin tüm unsurlarını taşıyacak düzeyde kurgulanmalıdır. Böylece müslüman olmanın dünü, bugünü ve yarını aynı özelliklere sahip olacaktır. Bu da anlamını yitirmiş, ruhunu kaybetmiş insanlığın tekrar yeniden imana yönelmesine, ruhunu keşfetmesine ve anlamını açığa çıkarmasına zemin oluşturur.
Bir Davut (as)ın Calut’u öldürerek dünyayı değiştirdiği gibi bir müslüman âlim, güvenle din ile sahih ve sahici bir bağ kurarak modern epistemenin kendisini yok edebilir ve yeni bir ruhun neşet etmesine imkân sağlayabilir. Bu dünya var oldukça Davutlar ile Calutlar hep var olacaktır. Bu temel gerçeği ıskalamadan yaşama bırakıldığı yerden devam edebilmeyi öğrenmek şarttır.