Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

Araplar, İsrailliler ve diğerleri

Geçen yüzyılın ellili yıllarında benim kuşağımdan çocuklar, Filistin meselesinin okullarda sabah durulan sıralarda, öğleden sonra saat beşteki haber bültenlerinde mevcut ve merkezi olduğu, akşamki yetişkin sohbetlerinde mutlaka Filistinli kardeşlerin durumunun takip edildiği bir dünyaya doğdular. Yaklaşık 20 yıl boyunca mesele, “Arap-İsrail çatışması” çerçevesinde formüle edildi. O zamanlar 1948'deki ilk savaştan, Arap ordularının Yahudi yerleşimcilerle mücadele etmek için Filistin'e girdikleri zamandan çok uzak değildi.
Mısır ve gönüllü Arap kardeşlerinin yüzleşmek zorunda kaldığı Süveyş Savaşı’nda (Üçlü Saldırı) İsrail’e Süveyş Kanalı'nı geri almak isteyen İngiltere ve Cezayirli direnişçileri Mısır ve Arap yardımından mahrum etmek isteyen Fransa eklendi. İsrail'in savaşa katkıda bulunmasının arkasındaki hedef, o zaman yaşanan bir tür Mısır kalkınmasını olgunlaşmadan yok etmekti. Bu kalkınmanın en önemli tezahürlerinden biri de Mısır’ın Çek silah anlaşması olarak bilinen anlaşma ile elde edeceği silahlardı.  
Haziran 1967'de Üçüncü Arap-İsrail savaşı patlak verdiğinde ve Filistin'in geri kalanı ile birlikte Mısır, Ürdün ve Suriye topraklarının bir bölümünün utanç verici bir şekilde işgal edilmesiyle sonuçlandığında, Filistin davası geri plana çekildi ve toprakları işgal edilen ülkelerin öncelikli hedefi “saldırganlığın etkilerini ortadan kaldırmak” oldu.
Aslında Filistinliler de geçen yüzyılın altmışlı yıllarının ortalarından itibaren önce silahlı mücadeleye, sonra da “Filistin kararının bağımsızlığına” dayalı bir yön izlediler. Buna daha sonra Filistin halkının tek ve meşru temsilcisi haline gelen Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) kurulması eşlik etti.
Gerçek şu ki Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden itibaren Arap halkları, bağımsız devletler kurmaya, sömürgecilikten kurtulmaya, toprak bütünlüğünü sağlamaya veya dini ve etnik gruplar, bölgeler arasında uzlaşma ve uyumu temin etmeye çabaladılar. Ama ne olursa olsun, bir devleti kurma işi tamamen kendi halkının tekelindeydi, zira bilindiği gibi halklar kendi menfaatlerini başkalarından daha iyi bilirler. Diğer Arap halklarının ve ülkelerinin görevi ise ellerinden geldiğince para, silah ve genel olarak diplomasi, siyasetle destek olmaktı. Bu ülkeler, ister Milletler Cemiyeti ister Birleşmiş Milletler olsun uluslararası kuruluşlar, diğer ülkelerle ittifakları, medya ve çağrılar aracılığıyla ilgili Arap ülkesi için bir küresel dayanışma ve sempati oluşturmaya çalışırlardı.
Nihayetinde tüm Arap halkları silahlı mücadeleden sonra veya siyaset ve diplomasi yoluyla veya bunların hepsine başvurarak bağımsız oldular. Her biri kendi bağımsız devletini elde etti ve bu bağımsızlıkla kalkınma, refah ve statü açısından ne yapacaklarını belirlemeleri gerekti. Arap halkları arasında ve belki de tüm dünya halkları arasında bugüne kadar sadece Filistin halkı bağımsız bir devlet kurmayı başaramadı. Hiç şüphe yok ki bunun uzun bir nedenler listesi var ve bunların başında da İsrail devletinin ve onun Siyonist yerleşimci hareketinin doğası geliyor. Ancak FKÖ, İsrail ile Oslo Anlaşmalarını imzaladığında bağımsızlık yolunda ileri bir noktaya ulaşmayı başardı. Filistin tarihinde ilk kez Filistin topraklarında bir Filistin Ulusal Otoritesi kuruldu.
Bu adımın üzerinden şimdi yaklaşık 30 yıl geçti ve bu sürede ilk önce İsrail arenasında, ardından Filistin arenasında, üçüncüsü Arap arenasında, dördüncüsü Ortadoğu'da ve beşincisi tüm dünyada pek çok şey değişti. İlk arena, 1977'den beri çekimser bir şekilde iktidara gelen ve solla güç alışverişinde bulunan veya farklı hükümetlerde onunla birlikte yer alan sağa kaydı. İsrail siyaseti, İşçi Partisi ve Likud Partisi arasında devletin kuruluşundan itibaren oluşan denklem çerçevesinde dönüyordu. Ancak 21. yüzyılın ikinci on yılı ile birlikte Binyamin Netanyahu liderliğindeki İsrail hükümetleri sağa kaydı. Netanyahu iktidardan ayrıldıktan sonra dahi bu kayma devam etti ve nitekim son seçimlerde Netanyahu aşırı sağcı partilerle birlikte iktidara geri döndü. İktidar ortağı bu aşırı sağcı taraflar, Batı Şeria üzerinde tam kontrol ve mümkün olan en fazla sayıda Filistinliyi Filistin’den çıkarmak istiyorlar.
İkinci arena, Batı Şeria ile Gazze arasında ve “Fetih” ile “Hamas” örgütleri arasında Filistin siyaset arenasının bölünmesi yönünde ilerledi. Son yıllarda, Fetih Hareketi’nin abasının altından İsrail'e karşı silahlı çatışmayı benimseyen yeni örgütler de çıktı. Aynı durum Gazze'de de yaşandı; son savaşta İslami Cihat örgütü İsrail'e karşı tek başına savaştı. Böylece Filistin Ulusal Otoritesi sadece kendisine sunulan topraklar üzerindeki kontrolünü kaybetmekle kalmadı, aynı zamanda devletin en önemli dayanaklarından birini, meşru silahı tekelinde tutma hakkını da kaybetti.
Arap arenası, Arap barış girişiminin uygulanmasını destekleseler bile İsrail ile aralarında barış anlaşması veya normalleşme olmayan ülkeler arasında bölünmüş durumda. İki Arap ülkesi (Mısır ve Ürdün)ile İsrail arasındaki barış soğukken, 4 Arap ülkesi ile İsrail arasında sıcak bir barış var.
Ortadoğu arenası İsrail'in Suriye, Lübnan ve Irak'a düzenlediği askeri saldırılara tanık oldu. İran, başta Suudi Arabistan ve BAE olmak üzere Körfez'deki Arap ülkelerine karşı bir tehdit ve saldırganlık kaynağı haline geldi. Türkiye ise bir dizi Arap ülkesiyle yaşadığı gergin dönemin ardından yeniden Arap ülkeleri ve İsrail ile ilişkilerini geliştirmeye başladı.
Uluslararası arena çok değişti. Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana ABD’nin dünya liderliğine ve yine ABD'nin başını çektiği "küreselleşme" çağının pratik egemenliğine dayanan uluslararası sistem, Rusya ve Çin tarafından bir sorgulama ve gözden geçirmeye tabi tutuldu. Bunun sonucu, Ukrayna krizinin patlak vermesi ve ABD-Çin ilişkilerinde gerginliğin artması, dünyanın iklim değişikliğinden Ukrayna'daki savaşa kadar Ortadoğu ve Filistin davasından uzak meselelerle meşgul olması oldu.
Tüm bu gelişmelerin ortasında, Arap-İsrail ilişkileri karmakarışık görünüyor ve Filistin-İsrail ilişkileri de en az o kadar karışık. İlki, Arap ülkeleri ve İsrail arasındaki ilişkilerin, barış ve çatışma arasında gidip gelen farklı biçimler taşımasından kaynaklanıyor. Ancak her iki durumda da, nükleer silah geliştirme eğilimi ile giderek daha tehlikeli hale gelen ve ülke içinde ekonomik ve siyasi krizlerle karşı karşıya kalan İran faktörüne dair bir farkındalık söz konusu. İkincisinin en az birincisi kadar karışık olmasının nedeni ise, sadece tek bir siyasi referansın olmaması değil, aynı zamanda İsrail içindeki Filistinliler, Batı Şeria'daki Filistinliler, Gazze'dekiler ve Filistin dışındaki Filistinlilerden oluşan Filistin halkının yönelim olarak kendi arasında bölünmüş olması. İlk grup İsrail içinde eşitlik talep ederken, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki Filistinliler kurtuluş ve bir devlet talep ediyorlar. Yurtdışındakiler ise Filistin'e dönüş hakkını içeren barışçıl bir çözüm istiyorlar. Aslında çeşitli Filistinli güçler birleşik bir Arap listesinde birleşselerdi (ki bu onlara Knesset’te 15-17 sandalye kazandıracaktı) İsrail içindeki Arapların, Netanyahu'nun başarısını engelleme fırsatları vardı. Şimdi Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki Filistinliler, İsrail ile askeri bir çatışmanın eşiğindeler ve bu doğrultuda bir ellerini Lübnan'daki Hizbullah'a, diğerini Körfez'in doğusundaki İran'a uzatıyorlar.
Arap dünyasının, ister Filistin ister diğer Arap ülkelerinde olsun, işler patlama noktasına gelmeden önce bu durumu düşünecek ve yönetecek bir siyasi mekanizmaya ihtiyacı var.