Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Kader

İmam Hatip Lisesi, lise birinci sınıf öğrencisiyim. Sınıfta arkadaşlarım kader konusunu konuşuyor, kulak misafiri oldum, sorulan soru kelime kelime hatırlamasam da “Kaderi Allah belirliyorsa bizim konumumuz nedir?” nevinden bir soru, verilen cevaplar da hiç sorulan soruya cevapmış gibi gelmedi ve mesele aklıma takıldı. Neyse eve geldim, babam İlahiyatlı, kader konusunu ona sordum; “Kaderi biz mi yazarız, Allah mı?” Babam şöyle bir cevap verdi; “İki tane takım düşün, A ve B takımları olsun, cumartesi bunlar maç yapıyor ve A takımı B takımını 2-0 yeniyor. Ertesi gün oldu, ben maçı izlemiştim ama sen maçı izlemedin, sonucu bilmiyorsun, bana soruyorsun, ‘Maç sonucu ne oldu?’. Ben de cevaplıyorum, ‘A takımı 2-0 kazandı’. Şimdi burada ben, maçı önceden izlediğim için sana cevap veriyorum, ben 2-0 bitti dediğim için maç 2-0 bitmiyor, önceden izlediğim için biliyorum. İşte böyle, insan kendi kararlarını alma noktasında hürdür ancak Allah geleceği bildiği için kaderi bilir, Allah’ın geleceği bilmesi, kaderi konusunda kulun hiçbir etkisi olmadığı anlamına gelmez.” O yıllarda, o yaşlarda beni aşırı teskin eden bir cevaptı ve kaderle ilgili hiçbir problemim kalmamıştı.
Yıllar sonra yine bir sohbet ortamında yine kader konusu konuşuluyor. Bu kez soru biraz daha revize edilmiş halde; “Kaderi Allah yazıyorsa, bizim hiçbir etkimiz yoksa cennet ve cehennemin varlığı Allah’ın adalet sıfatına aykırı olmaz mı?” Bu soruyu soran da mümin ve bu ve bunun gibi sorular hemen hemen her Müslümanın aklına gelen, oldukça da anlaşılır sorular. Sadece Müslümanlar arasında değil, Yahudi, Hristiyan teolojisinde de bu konular tartışılıyor. Çünkü gerçekten zor konular.
Yıllar sonra İlahiyat fakültesinde eğitim almaya başladığımda, işin daha akademik boyutunu okuyor, bir üst tartışmaları da öğreniyorum. Önceden bir miktar bilgimiz olmasına rağmen İlahiyat’ta daha detaylı, derli toplu bilgiler ediniyoruz. Maturidi, Eşari kelamı, kelam tartışmaları arasında kader konusu, her ekol kendi itikadınca bu soruya cevap aramış, el hak cümlesi tevhide dayalı birer çabadır. Tabi o tartışmalara bakınca başka bir şey daha görüyoruz; kader konusu döneme bağlı olarak siyasetin, dönemin konjonktürünün de etkisinde ele alınıyor. O sırada emin olun tek bir noktaya varıyoruz; en iyisi kocakarı-yaşlı kadın imanıdır. Öyle ya, çetrefilli konuları yok, iman etmiş, teslim olmuş, tevhid üzere yaşamış, oh ne güzel. Ama işte hepimiz o saflıkta kalamıyoruz. Aslında bu, sadece bugün bilginin saniyeler içinde kıtalar aştığı, kitle iletişimin aşırı hız kazandığı döneme de ait bir durum değil, sahabelere baktığımızda, yabancı milletler, yabancı inançlar ile karşılaşan Müslümanların da, sadece Müslüman yurdunda yaşamış olanlardan daha farklı bir anlayışı olduğunu, daha farklı daha çeşitli konuları ele aldıklarını görüyoruz.
Bu konudaki tartışmalar, kader konusuyla da bitmiyor. Kader konusunda, “Şu kainatta, Yaratıcı’nın izni olmadan kuş uçmaz!” demek de kaderi Allah belirliyor demek değildir. Kul, kulluğunun getirisi olarak bunu söyler, bu Rabbini her tür eksiklikten münezzeh kılmaktır. Kaderi kişinin kendinin belirlemesi, -haşa- Allah’a eksiklik atfetmek demek değildir. Adil olan Allah, “herkesin çabasını kendi eline bağlamıştır.” Ama bu, Allah’ın kulunun hayatına hiçbir şekilde müdahalesi yoktur, demek değildir. O noktada, ben bilmem Rabbim bilir, demek kulun iman edişinin, teslim oluşunun ifadesidir, suya bırakılmış kuş kanadı gibi oradan oraya kendi iradesi dışında sürüklendiği anlamına da gelmez. Bilmem anlatabildim mi?
İnsanlar, bazen yaşadıkları olaylar, bazen büyük acılar, yeni karşılaştıkları inançlar, akıllarına takılan sorular, bilmediklerini öğrenme istekleri nedeniyle yaşadıkları fizik dünya içerisinde metafizik olayları tam olarak anlayamadıkları için sorular sorabilirler, bu onların dinden çıktığı anlamına gelmez. Diğer yandan bazen de tamamen pozitivist bir eğitimin etkisiyle, inanmadıkları konuda, inanmadıklarını ispat için sorular sorabilirler, bu kimselere de dilenirse cevap verilir, dilenirse “selam” denir ve geçilir. Ama ne olursa olsun, inanan ya da inanmayan insanların din konusunda soruları olduğu, olabileceği inkar edilemez.
Son yaşadığımız deprem acısı hala taze, bu acı içerisinde insanlar yaşadıkları korku ile kendilerinden güçlü, onları kurtaracak bir merciye müracaat ederler, psikolojik olarak da bu böyledir. Aynı zamanda bu büyük acıyı anlamlandırmak isterler. Deprem sonrasında takdiri ilahi, kader gibi açıklamalar yapanlar oldu, amaçları bu acı durumu açıklamaya çalışmak ya da başka bir şey olabilir bilmiyorum ancak bu açıklamalar sonrası yine o kadim tartışma karşımıza çıktı; kader. Üstelik bu kez yalnız da değildi, kötülük problemini de yanına almıştı.
Açıkçası bu yazıyı, kader ile ilgili tartışma açanlar ya da kaderle ilgili açıklama yapanlar, hocalar, siyasiler için yazmıyorum. Bu tip sohbetlere ve deprem gibi büyük bir acıya muhatap olup, insani biçimde “Bu kader mi, kaderi Allah önceden biliyorsa, bilmesi müdahale etmesi anlamına gelmez mi, Allah kudret sahibidir, kudret sahibi bir yaratıcı depremi neden engellemedi, Allah bilmiyor mu, biliyor da müdahale mi etmiyor?” gibi duyduğumuzda garipsediğimiz sorular sorabilir. Bu soruları yaşadıkları acıyı anlamlandırmak için soruyorlar, ne bu insanları tekfir edebiliriz, ne de imtihan, kader deyip geçebiliriz.
Evet, insanları teskin etmek için büyük acılar karşısında kader diyebiliriz ancak orada nokta koyamayız zira bu, -haşa- Allah’a kendi hatalarımızı atfetmek olur. Ya da bu acı karşısında insanların Rableri ile arasında problem oluşturmuş oluruz, istemesek de. Allah’ın insanlara verdiği en büyük nimet akıl, zeka… ve o dahi çeşit çeşit; duygusal zekası, sayısal zekası var, herkes aklın bir başka çeşidiyle nimetlendirilmiş. Ve Kur’an-ı Kerim’de en fazla kullanılan ifadelerden biri “Akletmez misiniz?” Şu durumda Allah’ın nimeti olan aklın ürünü olarak tedbir almak zorundayız, deprem hattından ya uzak durmalıyız ya da az katlı fazla güvenlikli binalar yapmalıyız. Ve bunları yapmadıysak bu, insanlar olarak bizim sorumluluğumuzu yerine getirmediğimiz anlamına gelir, Allah’ın kaderi belirleyip binlerce insanı acı içinde bıraktığı anlamına gelmez.
Mesele din olunca, konuşmaya korkarım, insanların din konusunda taassup sahibi olup bana verebilecekleri tepkiler nedeniyle değil, Allah’ın emri konusunda yanlış bir ifade kullanırım diye Allah’tan korkarım. Ancak din konusunda sosyoloji, psikoloji gibi insanı doğrudan ilgilendiren iki alandan bihaber, hayatın gerçeklerinden kopuk, çağın derdini bilmeyen ama acıya dair ilahi cevaplar verenleri görünce konuşmak konusunda cesaretleniyorum. Şimdi bana tutup da, sosyoloji, psikoloji gibi sonradan olma, Batı menşeili, “gavur icadı” ilimler ile İslam ne alaka diyebilirsiniz. O halde hemen cevap vereyim; sosyoloji, psikoloji, felsefe gibi ilimlerin adı sonradan verilmiş olabilir ancak bu ilimler adı konmasa da vardı. Toplum nedir, insan nasıl bir varlıktır, adı konulmasa da 1500 yıl önce farkında olunan durumlardı. Rasulullah (SAV)’in tebliğ dönemindeki tavırlarına bakın; Mekke müşrikleri ile başka, bedeviler ile başka, Yahudiler ile başka konuşuyor. Bu onun dilinin sabit olmadığı anlamına gelmez, herkese toplumsal ve ruhsal olarak anlayabileceği şekilde tebliğ yaptığı anlamına gelir ki, doğru olan da budur. Ve bugün, dünyanın her tür ilimi, bilimi emrimize amade iken, merak ediyorum bizler, nasıl insan gerçeğinden bihaber biçimde, insanların itikadına dokunacak konularda hiç endişe etmeden maksadını aşacak biçimde konuşabiliyoruz? Farkında mısınız bilmiyorum ama benim, İHL lise birinci sınıfta olduğum, tek bir analoji ile kader sorununu çözdüğümüz yıllarda değiliz, keşke olsak ama değiliz, o vakit bi miktar günümüze bakıp, ona göre konuşalım, olmaz mı?