ABD’nin ilk muhalefetinin ardından gelen tuhaf anlayışının takip ettiği, İsrail'in skandal imalarında olduğu gibi, İran İslam Cumhuriyeti'nin sembolünü öldürmeye yönelik çılgınca kışkırtma ile İran'ın Dini Lideri Ali Hamaney'den sonraki kaderinin sakin bir şekilde düşünülmesi arasında geniş bir ahlaki ve siyasi alan var. Devam eden İsrail-İran savaşı bu takıntının kamuoyunda daha fazla duyulmasını sağladıysa da bu konuya ilişkin araştırma ve sorgulamalar rejimin koridorlarında, İran'ın içinde ve dışında faaliyet gösteren düşünce kuruluşlarında, liderlerinin ileri yaşının farkında olan sıradan vatandaşlar arasında bile savaştan çok önce başladı. Ama iktidarın devamlılığı, mekanizmaları ve kadroları konusunda hâlâ gerçek bir belirsizlik bulunuyor.
İran'ı tanıyan herkes, siyasi duruşu ne olursa olsun, milliyetçi İran karakterinin, özellikle yabancı sızmalar karşısında, devletin bağımsızlığına, toplumun güvenliğine, ülke kaynaklarının ve kurumlarının bütünlüğüne karşı son derece hassas olduğunu bilir. İranlıların Muhammed Musaddık hükümetine karşı gerçekleştirilen darbeyi ulusal bilinçte derin bir yara olarak hatırlamaları boşuna değil. Söz konusu olan hiçbir zaman bir kişi değil, dokunulmaz bir ilkedir. Bu çerçevede Hamaney sonrası İran'ın geleceğine ilişkin tartışma, devletin nasıl tasfiye edileceği değil, nasıl korunacağı, siyasi sözleşmeyi yırtma değil yenileme tartışmasına dönüşüyor. Bu noktada en önemli soru ortaya çıkıyor: Acaba Dini Lider, dönüşüm yolunu çizebilir mi ve İran'ın rejimin yıkıntıları üzerinden değil, kendi içindeki yapıdan yeniden canlanmasını sağlayabilir mi? Peki ya Hamaney, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Japon İmparatoru Hirohito'nun deneyimlerinden ilham almayı seçerse ne olur?
Pearl Harbor saldırısından sonra İmparator hem kendini hem de ülkesini yeniden tanımladı. Tahtta savaşın kutsal bir lideri olarak değil, barışçıl bir demokrasiye dönüşmeyi seçmiş bir devletin anayasal simgesi olarak kaldı. Savaşı kaybetti ama geleceği kazandı. İşte İran'ın karşı karşıya olduğu “zorluk-fırsat” tam da budur. Elbette her karşılaştırma indirgemecilik riskini de taşır, zira tarih kendini tamamen kopyalamaz, dahası iki adamın özellikleri de aynı değil. İmparator, devleti yeniden inşa eden işgalci ordular tarafından çevrelenmiş, tarihi bir imparatorluk kurumu tarafından desteklenen güçsüz bir figürdü. Derin devletinin tüm temellerine karşı amansız bir savaşın yürütüldüğü ve devrim sonrası dönem için net bir yol haritasının olmadığı bir dönemde, Ayetullah Hamaney ise karar alma merkezi ve doktrinin cisim bulmuş halidir. Ancak Hamaney'in başkalarında olmayan bir özelliği de var; halkın verdiği yetkinin değil, ayakta kalmanın sağladığı meşruiyet. Rejim, olağanüstü pragmatik esnekliği sayesinde bu kadar uzun süre ayakta kalabildi. Gerektiğinde reformcularla uzlaştı, izolasyondan kurtulmak için ABD ile pazarlık yaptı ve tehlike çanları çaldığında konuşmalarının tonunu sürekli değiştirdi. Bütün bu kısmi dönüşümler, ayakta kalmanın koşuluydu ve bu, esnekliği devrime ihanetten ziyade, devrime hizmet eden bir taktik olarak yeniden öne geçirmesine yardımcı olabilir. İmam Humeyni, 1988 yılında İran-Irak Savaşı'nı bitirme kararını “zehir içmeye” benzetmişti. Bu, ideolojinin bir zaferi değildi, İran'ın bekası ve devrimin geleceği için kurucu babanın eğilmesi gerekiyordu. Zehir değişti ama amaç aynı: İran'ı kurtarmak.
Üstelik, kontrolün kaybedilmesi ve kaosun yayılması riskini göze almadan zorlu bir geçiş dönemini yönetebilecek sembolik ve kurumsal sermayeye Hamaney’den başkasının sahip olduğunu düşünmek zor. Hamaney, gerekli dönüşümü bir yenilgiden ziyade bir fedakarlık, bir geri çekilmeden ziyade bir bilgelik olarak çerçeveleyebilecek neredeyse tek kişidir. Rejimin kendi içinden de örtülü sinyaller geliyor.
Siyasi yorgunluk aşikar ve teknokratlar ile yarı sessiz reformcular, “kalıcı çatışma” seçeneğinin artık zararına bir yatırım haline geldiğini açıkça görüyorlar. Onlarca yıldır süren sessiz dönüşüm, rejim içinde yeni bir sınıfın oluşmasına yol açtı. “Devrimi ihraç etmek” yerine “devletin bekası”nı düşünen bir sınıf. Bir zamanlar muhafazakarlığın sembolü olan Mahmud Ahmedinejad bile artık “Önce İran” mantığıyla ekonomik onurdan ve ulusal egemenlikten söz ediyor. İdeoloji ortadan kalkmadı, ancak parçalandı ve bu parçalanmada olası bir dönüşümün tohumları yatıyor. Özellikle ABD'nin savaşa girmesinden sonra dış baskıların sertleşmesi bile Hamaney'e onurlu bir çıkış yolu sunuyor.
Dini Lider, Allah'ın kendisine İran'ı yalnızca İsrail'e karşı değil, aynı zamanda sessiz ve açık bir uluslararası koalisyona karşı da “küresel bir savaştan” kurtarma görevini verdiğini söyleyebilir. Ülkesinin direnişini zaferin zirvesi olarak sunabilir; İslam Cumhuriyeti öyle bir direndi ki süper güçler kendisine karşı birleşmek zorunda kaldı. İmparator Hirohito ile yapılan karşılaştırma akademik açıdan tüm eksikleri taşıyor olsa da, siyasi açıdan gerçekçi, ancak dar bir pencereyi temsil ediyor. Bazılarının olası görmediği ama imkansız da olmayan bir fırsat penceresi. Bölgemizde, istisnai bir liderlik mevcut olduğu takdirde, büyük tarihi dönüşümlerin gerçekleşme olasılığı tam da bu düşük ile pek de imkânsız olmayan ihtimal arasındaki sınırda yatıyor.