Mustafa Özcan
TT

Batı’nın denge politikası ve Rusya

Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron,  Putin’in Ukrayna saldırısının birinci yıldönümüne doğru ilginç bir söz etti. Bir söz etti pir söz etti.   ‘Rusya’nın bu savaşta yenilmesini istiyorum ama ezilmesini istemiyorum’ dedi. Bu cümle uluslar arası ilişkilerde anahtar cümlelerden birisidir. Bu sözler gözettikleri denge politikasını da yansıtıyor.  Soğuk Savaş ve öncesinde Rusya ile İngiltere kendilerini rakip pozisyonda Great Game (Büyük Oyun) adıyla bilinen bir çekişmenin içinde buldular.  İngiltere’nin peyklerini kaybetmesi sonucu Rusya’nın rakibi ya da partneri olmaktan çıktı. Ruslar ise sahip oldukları toprak genişliğiyle her yeni dönemde eski rollerini muhafaza ettiler. Macron’un sözlerini yorumlayan sosyal medya yorumcusu Ebubasir et Tartusi şunları  söylüyor:  İslam alemine karşı Rusya’yı  zinde bir güç olarak kullanmak istemelerinden dolayı ezmek istemiyorlar.  Bir zamanlar SSCB’ye karşı da İslam dünyasını
Yeşil Kuşak adıyla bilinen bir programla ayartmaya kalkışmışlardı. Ukrayna’da Rusya’yı yenmek istiyorlar ama ezmek istemiyorlar. Suriye’de olduğu gibi bazen maşa olarak Rusya’yı İslam alemine karşı kullanmak istiyorlar.  Bu analiz büyük çapta doğru olmakla birlikte herkese karşı bir denge politikaları  var. Sözgelimi ikinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş döneminde Batı ile SSCB hem rakip hem de yerine göre ortaktı. 1956 yılındaki Üçlü Saldırı ya da Süveyş Krizi sırasında SSCB ile ABD, Fransa ile İngiltere gibi eski sömürgecilerin yeniden sahneye dönmelerini engellemek için işbirliği yapmışlardır. Bu da anlaşılabilir bir durumdur.  Keza böl-yönet politikasının bir devamı olarak komunist bloğu birbirinden ayırma siyaseti izlemişlerdir.   Buna eskiler yanına çekme siyaseti veya istimale siyaseti diyorlar. Mesela Osmanlıların Irak’taki hassas dengelerde Şiilere karşı Kürtleri yanında tutma politikasına istimale yani ayartma ve yanına çekme politikası diyorlardı.  Yavuz Selim’den beri Kürtler Sünni olmaları hasebiyle bu denklemin içinde yer almışlardır.
Soğuk Savaş döneminde komunizm tehlikesinin küreselleşme potansiyeli göstermesi üzerine Batı özellikle Nixon ve Dışişleri Bakanı Kissinger, Çin’e açılma ya da ayartma politikası izlemişlerdir. Buna mukabil,  Almanya Federal Cumhuriyeti'nin 1967'de SPD genel başkanı ve Şansölye Willy Brandt da benzeri bir politikayı SSCB ve Doğu Bloğuna açılma politikası olarak uygulamış ve buna meşhur ismiyle Doğu'ya yönelme politikası yani Ostpolitik denmiştir.  Amerikalılar Çin’e açılırken Almanlar Rusya’ya açılmayı yeğlemişlerdi. Willy Brandt ülkesindeki ABD egemenliğini kırmak için Varşova Paktı ile SSCB’ye açılma politikasını vizyona sokmuştur.  
ABD komunist saflarda ya da blok içinde yandaş edinme ve çatlak meydana getirebilmek için Çin’e yönelik olarak teşvik politikası izlemiş ve bunun sonucunda Pekin Batı ve SSCB karşısında yön bulmaya ve pragmatik karakterli bir politika izlemeye başlamıştır.  Batı’nın teşvikler politikası Çin’i tutsak etmiştir ve bölgesel ve küresel çapta yeni politikaları devreye sokarken hep ekonomik olarak Batı’yı bağımlılığını hatırlamak zorunda kalmıştır. Buna mukabil yine Batı Çin’e karşı Hindistan’ı yedek ülke olarak görmüş ve Çin’i de Hindistan ile yedeklemeye kalkışmıştır.  
Soğuk Savaştan sonra Batı denge politikasına yeniden geri dönmüştür. 1991yılında SSCB’nin çökmesi sonucunda Rusya’ya eski itibarı iade edilmiştir. Macron’un ifadesiyle Batı bloğu SSCB’yi yenmekle iktifa etmiş ötesine gitmemiştir. Almanlara yaptığı gibi ezmemiştir. Şimdi bunun faturasını ödüyor. Şöyle ki nükleer kulübe gayri resmi yeni unsurların katılmaması için SSCB’nin dağılmasıyla dağılan nükleer silahların yeniden Rusya’nın tekeli altında toplanmasına özen göstermiştir. Bunun için elinde bine yakın nükleer silah bulunan Ukrayna ile Kazakistan’ı bu silahları Rusya’ya iade etmeleri için ikna politikası izlemiştir. Bu ise bu ülkelerin Rusya’ya meydan okumalarını engellemiştir. Putin’i de saldırganlığa itmiştir.
Putin, START anlaşmasından çekilme sinyalleri verirken Amerikan eski dışişleri bakanlarından Robert Gates nükleer silahların kontrolü ve yayılmaması için Rusya’nın  rolüne ihtiyaç duyduklarını gizlememiştir. Demek ki rakip olarak Rusya’nın nükleer silahlara erişimini öteki tali ülkelerin erişiminden daha az riskli görüyorlar!  Mazlum olmaları nedeniyle mi?  Robert Gates en azından şimdi dahi 1994 yılı politikalarını savunmaktadır.  Bu, kimi zaman İsrail’in de dile getirdiği ‘bildiğimiz şeytan bilmediğimiz şeytana yeğdir ve tercih nedenidir’ anlayışını yansıtmaktadır.
Hala küresel zeminde ve denklemde Batı Rusların dengeleyici rolüne ihtiyaç duymaktadır. Buna mukabil Anadolu’nun bekçileri olarak Türkleri de Rus yayılmacılığının önünde set ve bariyer olarak görmüştür.  Bu anlamda dünya sistemi yeniden kurulurken Churchill,  Birinci Dünya Savaşında ve Çanakkale’de savaştığı Türklerle ilgili dengeleyici bir rol önermiştir.  Şöyle demiştir. Türkler ne 200 kiloya inmeli ne de 300 kiloya çıkmalıdır. Hakları 250 kiloda kalmalarıdır.   200 kiloya inerse Rus yayılmacılığı karşısında pozisyonunu koruyamaz ve işlevsel bir rol oynayamaz.  300 kiloya çıkarsa da çevresine sarkar ve kontrol dışına çıkar. Bu yüzden zihinlerinde Türkiye’yi Anadolu koridorunun ve Boğazların bekçisi olarak tayin etmişlerdir. Zaman zaman bu rolünden sıkılan ve sıyrılmak isteyen Türkler Willy Brandt gibi kuzeye ya da Rusya’ya açılma politikası izlemiştir. Menderes ve Demirel solcu olmamalarına rağmen kendilerini kuşatan denklemi kırabilmek için Rusya’ya açılma ihtiyacı hissetmişlerdi.
İngiltere açısından güney Slavları olarak Sırplar da Balkan koridorunun bekçisi konumundadırlar. Böylece Sırplar işlevsellikleri nedeniyle İngiltere ile Rusya’nın çekim gücü arasında kalmışlardır.  Alman çekim gücüne karşı bölgede İngiltere ile Rusya’nın direnç noktası olarak görülmüşlerdir. Hala da Sırplar bu zor denklem içinde yol bulmaya ve kendilerini Batı ile Doğu arasında mevzilendirmeye çalışıyorlar.