Sam Mensa
TT

Zıt iddiaların yarışı ve afet diplomasisi

Bölgede çeşitli krizlere ilişkin bir kısmı olumlu ve iyimser, bir kısmı ise olumsuz ve kötümser olan zıt göstergeler artıyor. Bu durum, ruh hallerindeki belirsizliği daha da kötüleştiriyor ve geleceği öngörmeyi zorlaştırıyor.
Bir yandan, Suriye ve Türkiye'deki yıkıcı depremin yansımalarının ışığında, Suriye’ye yönelik insani ve ulusal dayanışma gerektiren bir Arap açılımının belirtilerini görüyoruz. Bu belirtiler, insani felaketten önce Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’e açılımı ile oluşmaya başlamıştı. Suriye’deki devrimden sonra diplomatik ilişkilerin kesilmesinin ardından 2018 yılında BAE Şam Büyükelçiliği’ni yeniden açmış, Esed BAE’yi ziyaret etmiş ve BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed de bir iade-i ziyaret gerçekleştirmişti. Suriye’ye yönelik Arap açılımı kapsamında geçtiğimiz hafta iki önemli gelişme yaşandı; Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan’ın açıklaması ve Esed’in Umman Sultanlığı’nı ziyaret edip Sultan Heysem bin Tarık Al Said ile görüşmesi. Suriye konusunda yeni bir yaklaşımdan bahseden Suudi bakan ‘Arap dünyasında Suriye'yi yalnızlaştırmanın faydasız olduğu ve bir noktada Şam ile diyaloğun gerekli olduğu konusunda bir fikir birliği oluşmaya başladığını’ vurguladı. Bu Suudi tutumu, başta Körfez ülkeleri olmak üzere bir dizi başka Arap ülkesinin de izleyeceği bir yolun taşlarını döşeyebilir.
Aynı bağlamda Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi’nin Suriye'ye daha fazla yardım yapılması için BAE Devlet Başkanı Muhammed bin Zayed'e yaptığı çağrı da göz ardı edilemez. Aynı zamanda Sisi 2014'te iktidara gelmesinden bu yana ilk defa Esed ile telefonda görüştü. Buna ek olarak Esed, 10 yıldan fazla bir süredir ilk kez Bahreyn Kralı Hamad bin İsa el-Halife’den de benzer bir telefon aldı.
Arapların Esed rejimi hakkındaki tutumlarını gözden geçirmesinin yanı sıra, İngiltere, Katar ve Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani arabuluculuğunda İran'ın ABD’li mahkumları serbest bırakması için ABD yönetimi yetkilileri ile İran arasında dolaylı müzakereler yapıldığına dair haberler dolaşıyor.
Ayrıca, Suudi Arabistan ile İran arasında karşılıklı anlaşmalara yol açması umulan paralel müzakerelerin önünü açabilecek şekilde ‘Viyana görüşmelerinden’ farklı ve yeni bir formatta İran'ın nükleer dosyası ile ilgili müzakerelerin yeniden başlatılması çabalarına ilişkin bilgiler de sızıyor.
Öte yandan İran ve İsrail arasında tansiyonun yükseldiğine dair işaretler geliyor. Aralarındaki gerginlik, Suriye topraklarındaki laf dalaşından ve rutin askeri operasyonlardan, başkent Şam’ın kalbinde insansız hava araçlarını (İHA) geliştirmek için İranlı uzmanların toplandığı bir tesisi bombalamaya doğru büyüdü. Saldırının 15 kişinin ölümüne yol açtığı ve büyük bir tahribat olduğu kaydedildi. Bunun öncesinde İran, Umman açıklarında İsrail'e bağlı Liberya bayrağı taşıyan bir kargo gemisine saldırmıştı.
Bu gelişmelerle paralel olarak, İsrail İran’ın nükleer silah elde etmesine izin vermemekte ısrar ederken, İran’ın uranyum zenginleştirme seviyesi yüzde 84'e dayanmış ve ülke nükleer bir devlete dönüşmenin eşiğine gelmiş durumda.
Bu, bölgede bir nükleer silahlanma yarışına veya bölgesel bir savaşa ya da aniden müzakerelere dönülmesine yol açabilir. Ancak özellikle artan İran-Rus askeri ilişkileri ve Washington'un şu anda Ukrayna savaşında Rusya'nın yanında duran müttefikleri ile yumuşamayı kesin bir şekilde reddetmesi göz önüne alınırsa, İran’ın küstah, muğlak ve ABD tarafından kabul edilemez bulunan davranışları ve talepleri nedeniyle müzakere masasına oturulması çok düşük bir ihtimal.
Bölgenin bugün iki dinamiğin altında dalgalandığını söyleyebiliriz; ilk dinamiği, başta Suudi Arabistan ve BAE olmak üzere Arap Körfez ülkelerinin sükunetin sağlanması, siyasi ve ekonomik istikrarın yakalanması ve bölgede kalkınma ve gelişmeye ilgi gösterilmesi arzusu oluşturuyor. Bu, İran ile gelecek atmosferi koruyacak anlaşmalar ve uzlaşmalar yapılarak sağlanabilir. Çatışma bölgelerindeki gerilimi ve etkenleri hafifletecek stabil anlaşmalar oldukları sürece bu anlaşmaların ille de çok sıkı fıkı ve candan olması gerekmiyor. Körfez ülkelerine göre önem açısından bu çatışma bölgelerinin en başında Yemen geliyor. Bunu Suriye, Irak ve Lübnan’daki diğer çatışma bölgeleri izliyor.
İkinci dinamik İsrail ile ilgili. Bu dinamik birinciyle çatışıyor çünkü bu, İran’ın nükleer programı ve sınırlarının dışına yayılmasına karşı mevcut tüm araçların kullanılmasıyla İran’a karşı gerilimin tırmandırılmasına dayanıyor. Gelgelelim İran’ın Esed rejimi ile bilinen yakın bir ilişkisi var. Tüm bunların ışığında, başta BAE ve Bahreyn olmak üzere Körfez ülkeleri ile İsrail arasındaki büyüyen ve gelişen ilişkilerin etkisi altında farklı iki dinamiğe şahit oluyoruz.
Bu iki dinamik, bu aşamada İran'ın nükleer fitilini etkisiz hale getirip İran'ın nükleer bir devlet olmasını engelleme ve böylece bölgede yeni çatışmaların çıkmasını engelleme, sıcak noktaları kontrol altına alma ve buraları sakinleştirme şeklinde vücut bulan ABD rolüne kapı aralıyor. Washington-Tahran ve Suudi Arabistan-İran arasında rol oynayan Irak'ta düşük ısıda gelişmeler yaşanabilir. Aynı şekilde sadece Arap dünyasında da olsa Esed rejimine yönelik açılım bu bağlamın dışında değildir. Mantar gibi krizlerin üremesine alışık olan Lübnan da, Washington'un bölgedeki iki dinamik arasında bir denge kurmayı başarması durumunda etkilenen başka bir taraf olabilir. Geriye Yemen’deki savaş kalıyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, bu, ulaşılmak istenen tüm uzlaşmaların köşe taşı ve en zor olanıdır.
Bu dengenin bir ABD rolü veya baskısı ile gerçekleşmesi durumunda, bu, Tahran'ın nüfuz alanlarındaki İran etkisinin azalacağı anlamına gelmiyor. Çünkü burada şunu belirtmekte fayda var ki, Tahran'ın müttefikleri İran'la olan siyasi ve ideolojik bağları sınırlamadan veya zayıflatmadan mali desteğini azaltmak için gerek yasal gerekse suç ve gayrimeşru tabanlı kendi faaliyetleri aracılığıyla siyasi, güvenlik ve mali temellerini ve ağlarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Tahran'a bağlı Iraklı silahlı grupların Irak'ta ve Hizbullah'ın Lübnan'da yaptığı şey bu.
Olumlu ya da olumsuz önceki tüm senaryoların İran faktörüyle bağlantılı olduğu dikkat çekiyor. Bu bağlamda, özellikle Rusya ve İran arasında savunma ve kapsamlı bir ileri düzey teknoloji ortaklığına ilişkin haberlerin doğru olduğu varsayılırsa, ikinci yılına giren Ukrayna savaşının ardından ortaya çıkan İran-Rus ekseninin bölgesel düzeyde anlaşmalara engel oluşturup oluşturmayacağının öğrenilmesi gerekiyor.
İran, Şam'ın bombalanmasının ardından Suriye'ye hava savunma füzeleri sağlayacağını duyurdu. Buna ek olarak, Moskova muhtemelen Tahran'ı nükleer yükümlülüklere ve garantilere riayet etmemesi konusunda Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'ne sevk edilmekten korumaya devam edecek. Bu da kısaca şu demek oluyor ki, Ukrayna savaşı Moskova’nın stratejik hesaplarında bir düzeltme yapmasına sebep olmuş olabilir. Öyle ki, Moskova bu yardımı, bölgesel istikrarı daha fazla sarsıp müttefiki Esed’e yönelik Arap açılımından faydalanarak bölgedeki ABD çıkarlarını baltalayacak bir araç olarak görüyor. Bu bağlamda Arap ülkelerinin, bölgesel güvenlik için oluşturabileceği riskler göz önüne alındığında, İran'a askeri teknoloji transferlerini sınırlaması ve Suriye topraklarındaki İran nüfuzunun azaltılmasına yardımcı olması için Moskova'ya mümkün olduğunca fazla baskı yapmaları gerek.