Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar
TT

Uluslararası dönüşümler çerçevesinde yeni bir bölgesel düzene doğru

10 Mart’ta Suudi Arabistan ile İran arasında imzalanan ‘Pekin üçlü anlaşması’ndan sonra dar anlamıyla bölgesel düzeyde neler değişti? Bölge ülkeleri coğrafyalarını değiştirmediler. Bölge ülkelerinin coğrafyaları değişmedi gerek Suudi Arabistan Krallığı gerekse İran İslam Cumhuriyeti düzeyinde olsun, her biri kendi yerinde duruyor. “Pekin anlaşması” sonrasında yaşanan asıl değişim, Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkileri yeniden normalleştirme hedefinden ibaret değil; bunun çok ötesinde. Yani iki rakip ülke arasındaki ilişkileri normalleştirmekten ziyade Körfez ve Arap yarımadasında yeni bir bölgesel düzen kurulmasının sinyallerini veriyor. Üstelik Çin’in arabuluculuğuyla da karşımızda, stratejik ve jeostratejik ağırlık merkezlerinin Batıdan, Üçüncü Dünyanın güney ülkelerine taşınması durumu belirdi.
Suudi Arabistan Krallığı’nı “Pekin anlaşmasının” taraflarından biri olarak ele alırsak, onun büyük uluslararası güçlerle ilişkiler ağının İran’ın durumundan farklı olduğu görülecektir. Çoğu gözlemci Pekin anlaşmasının, Ortadoğu’da Amerikan etkinliğinin azalmaya başladığı bir zamanda yapıldığını düşündü. Aralık ayında Çin Devlet Başkanı’nın ağırlanması esnasında Çin’in gösterdiği ilgiye bakarsak, bu doğru. Nitekim onun için 3 zirve toplantısı düzenlendi: ziyaret edilen ülke Suudi Arabistan’la, İşbirliği Konseyi ülkeleriyle ve Arap Devletleri Ligi üyeleriyle. Bu farklılık Suudi Arabistan’ın ABD ile eski tarihî ilişkisinden uzaklaştığı anlamına mı geliyor, yoksa mesele tümüyle, yükselen bir bölgesel güç olarak Suudi Arabistan’ın büyük ülkelerle ortaklıklarını stratejik ve ekonomik çıkarları doğrultusunda çeşitlendirme arzusunu mu yansıtıyor? Suudi Arabistan ABD Büyükelçisi Rima binti Bender bin Sultan bu soruyu, 25 Ekim’de CNN sunucusu Becky Anderson ile yaptığı röportajda yanıtladı. İki tarihî müttefik arasında 80 yıla uzanan ilişkilerin “sağlam” olduğunu belirten Büyükelçinin ifadesine göre Suudi Arabistan ile ABD arasında bir anlaşmazlığın olduğu doğru, ancak bu, “siyasi değil, tamamen ekonomik bir anlaşmazlık.” Bu açıklamalar ABD’nin, OPEC’in petrol üretim kotalarını düşürme kararından duyduğu memnuniyetsizliğe ve Beyaz Saray’ın, Riyad’ın Rusya’nın safında yer aldığı suçlamalarına cevap olarak verildi!
Suudi Arabistan ile ABD arasındaki güçlü ilişkilerin teyidi, Boeing şirketi ile imzalanan ve biri yeni şirket Riyad Havayolları, diğeri de Suudi Havayolları ile olmak üzere toplam 37 milyar dolar değerinde ve 121 uçaklık anlaşmadır. Bu iki anlaşma tek başına, 140 binden fazla Amerikan işini destekleyecek. ABD Ticaret Bakanı Raimondo bu konuya ilişkin 14 Mart’ta yaptığı bir açıklamada anlaşmayı, Amerikan-Suudi ortaklığı tarihinin en büyük ticari anlaşmalarından biri olarak değerlendirdi.
Suudi Maliye Bakanı Muhammed el-Cüdan da “Pekin anlaşmasının” imzalanmasından önce, 16 Ocak’ta Davos’taki Dünya Ekonomi Forumu’nda bir açıklama yaparak Suudi Arabistan’ın, artan jeopolitik gerilimlerin tırmandığı bir zamanda ABD ile Çin arasında bir iletişim kanalı işlevi görebileceğini belirtti. Ayrıca CNBC kanalına verdiği, benim de “alarabiya.net”te gördüğüm röportaja göre, Rusya’nın Ukrayna’da savaştığı, Washington ile Pekin arasında bir rekabetin olduğu ve enerji pazarında dalgalanmaların yaşandığı bir ortamda Suudi Arabistan’ın tüm büyük siyasi güçlerle açık bir diyalog sürdürebileceğini de sözlerine ekledi. Suudi Arabistan’ın bu hamlelerinin küresel düzeydeki göstergeleri nedir? Biri, (İran’ın aksine) Suudi Arabistan’ın dünyadaki tüm büyük güçlerle iletişim kurabiliyor olmasıdır. Bu açıkça gösteriyor ki, Krallığın dış politikası geleneksel olmaktan çıktı ve Başbakan Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın talimatlarına uygun olarak ve ekonominin dış politikanın temel direği olmasına bakarak, hedeflerini oluşturma ve uygulama mekanizmaları belirleme konusunda cesur bir yöne kaydı. Her şeyden önce ulusal çıkarları temel alan yeni yaklaşıma göre, bölgesel emellerin ötesine geçen iddialı bir dış politikayla işleyen sağlam ve güçlü bir bakış açısından hareketle, yerel tabanı oluşturmak ve içeriyi düzenlemek üzere Vizyon 2030 başlatıldı.  
Ekonomik ve jeopolitik tüm boyutlarıyla Vizyon 2030’un varlığı hiç şüphe yok ki Çin’i, Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkileri normalleştirme, güvenlik ve istikrarı sağlama ve Suudi Arabistan’ın “Ortadoğu’da yeni Avrupa” oluşturma emellerine ayak uydurma çabasına sevk eden unsurlardan biriydi. Suudi Arabistan’ın söz konusu emelleri, Çin’in çok kutuplu uluslararası bir düzen kurma emelleriyle uyumlu yeni bir Ortadoğu kurulması arzusuna ayak uyduran oldukça önemli emellerdir.
Suudi Arabistan gerek Batı ve özellikle ABD gerekse Rusya ve Çin ile olsun büyük ülkelerle ilişkilerini çeşitlendirmenin önemini anladı ve bunu başarabildiyse, İran mevcut aşamada Çin ve Rusya ile daha gelişmiş ilişkilere sahip ve nükleer anlaşmanın yansımaları sebebiyle Batıyla yaşadığı zorluklar ve karışıklıklarla gölgeleniyor.
Bu nedenle Çin’in İran ile güçlü ilişkileri var. Amerikan yaptırımlarına rağmen büyük miktarlarda petrol ithal ediyor ve İran’a silah sağlıyor. Ayrıca İran’la 25 yıllık bir stratejik ortaklık anlaşması imzaladı. Çin, İran’ın Şangay İşbirliği ve Güvenlik Örgütü’ne katılmasına da yardımcı oldu.
Dünya nüfusunun yaklaşık yarısını temsil eden ve küresel GSYİH'nın yüzde 20’sini oluşturan bu örgüte Suudi Arabistan’ın da tam üyelik verilmeden önce ilk adım olarak diyalog ortağı statüsüyle katılması bekleniyor. Örgütün üyeleri arasında BM Güvenlik Konseyi’nin iki daimi üyesinin yanı sıra dört nükleer ülke Çin, Rusya, Hindistan ve Pakistan var.
Suudi Arabistan’ın sahip olduğu bir diğer avantaj da Çin, Rusya ve diğer büyük sanayi ülkelerinin yer aldığı G20’nin üyesi olmasıdır.