Geçtiğimiz salı günü İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, bir açıklama yaparak Umman Sultanı Heysem bin Tarık Âl-i Said’in kendisine Mısır’ın Tahran’la ilişkileri yeniden başlatmak istediğini ilettiğini, kendisinin de Sultan Heysem’e Tahran’ın bunu memnuniyetle karşılayacağını bildirdiğini söyledi. Mısır Dışişleri Bakanlığı ise İran medyasında yer alan bu açıklamalara herhangi bir yorum yapmadı. Bununla birlikte Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şükrü, geçen ay gerçekleştirdiği bir televizyon görüşmesinde iki ülke arasındaki ikili ilişkilerin “olduğu gibi devam ettiğini, yaklaşım değiştirmede çıkar görülürse elbette her zaman bu çıkarı gerçekleştirmeye başvuracaklarını” söyledi (Şarku’l-Avsat).
Suudi Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan da İran’ı ziyaret etti, ama İran bu ziyarette büyükelçiliklerle konsoloslukların hemen açılması dışında gerçek anlamda gerçekçi bir girişimde bulunmadı. Hatta rejimdeki aşırılık yanlıları, kararı bozanın belediye olduğunu ileri sürerek büyükelçiliğin bulunduğu caddenin adının “Nemr el-Nemr” olarak değiştirilmesi meselesine taş koyarak ziyaretin havasını bozmaya çalıştı. İki heyet arasındaki görüşme, Kasım Süleymani fotoğrafının bulunduğu salonda yapıldı; Suudi heyet, bilgelik ve kararlılık göstererek salonun değiştirilmesi konusunda ısrar etmeseydi toplantı gerçekleşmezdi.
İran’ın anlaması gereken şey şudur ki ister Körfezli ister Mısırlı olsun, Araplar ile İran arasındaki anlaşma sürecinin ilerlemesi, İran’ın özetle esas olan yayılmacı projesinden vazgeçmedeki ciddiyetine bağlı kalacak ve Tahran’ın bu yönde girişimlerde bulunmasını bekleyecek.
İran’ın; Irak, Suriye, Lübnan, Gazze Şeridi ve Yemen’dekiler gibi silahlı gruplarla temasını sınırlamak veya Körfez ülkelerinin güvenliği açısından bir ölüm-kalım mücadelesine dönüşen uyuşturucu kaçakçılığı faaliyetlerini durdurmak için gerçek bir eylemle karşılık vermediği çağrıları ve açıklamaları ise faydasız ve sonuçsuz açıklamalar olarak kalacak.
Kışkırtma ve tutumları kayıt altına alma amacıyla yapılan o küçük tartışmalar, zaman ve çaba kaybıdır. İran’ın önce, istikrarının ve güvenliğinin ancak yayılma, bölgenin güvenliğini istikrarsızlaştırma ve bölge ülkelerini tehdit etme yoluyla gerçekleşeceğine inanarak tavus kuşu hayallerinde ısrar eden cenah ile devrim zamanının geçip hakkını almayı bekleyen bir devlet olduğunu düşünen cenah arasında karar vermesi gerekiyor.
Arap ülkelerindeki grupları silahlandırmanın kendisine bedelsiz bir nüfuz sağladığına inanan cenah, ekonomik gerileme ve uygulanan yaptırımlar sebebiyle bu grupları sonsuza dek finanse edemeyeceğini anlayınca bu grupların kendilerini uyuşturucu ticareti ve kaçakçılıkla finanse etmesine izin vermek zorunda kaldı. İran’ın bu ekip hakkında kararını vermesi lazım.
Sonuç olarak İran rejimi, arzuladığı güvenliği ve istikrarı elde edemedi. Rejim yetkililerinin sürekli bir tehdit ve istikrarsızlık duygusuyla yaptığı tüm o kibirli açıklamalardan hiç bahsetmiyorum bile.
İran rejimi, Körfez’in iki yakası arasındaki ilişkilerin iyileşmesiyle İran’ın, İran halkının ve hatta bizzat rejimin kazanacaklarını doğru hesaplamış olsaydı bu gruplarla ilişkisini koparmak için gerekli adımları bir an önce atar ve bu gruplar yerine etrafında olan rejimler ve ülkelerle ilişkilerini güçlendirirdi.
Güvenlik açısından Körfez’in iki yakası, karşılıklı güven sağlandığında İran suları için bir kale olabilir. Ekonomik açıdan karşılıklı yatırım, hayata susamış İran halkının ruhunu canlandırmaya katkı sağlayabilir. Aynı şekilde rejimin istikrarı ve iç güvenliği için de katkıda bulunabilir.
İran rejiminin önünde Suudi Arabistan Krallığı’nın büyük dönüşümünden yararlanmak için kaçırılmayacak bir fırsat var. Bu değişimleri, sadece bir nefeslik ara için bir fırsat olarak görmeye çalışırsa çok büyük bir hata yapmış olacak. Zira böyle bir değerlendirme, had safhada bir aptallık örneği olur.