Sam Mensa
TT

İran-ABD görüşmeleri ve en kötüsünden kaçınmak

Bu aralar nükleer dosya konusunda ABD ile İran arasında geçici bir mutabakat anlaşmasına varılması olasılığından çokça bahsediliyor. Donald Trump yönetiminin çekildiği Kapsamlı Ortak Eylem Planını (KOEP) canlandırma konusunda iki yılı aşkın süren müzakerelerin başarısızlığının ardından, geçici mutabakatın yaptırımları kısmen kaldıracağından ve İran'ın silah üretme noktasına ulaşan uranyum zenginleştirme ve depolama faaliyetlerini durduracağından bahsediliyor. Arzu edilen bu gelişmenin sonuca ulaşmasının önünde birçok engel olabilir ama kendini dayatan en önemli soru şu: Washington 2015'te yaptığı hatayı neden tekrarlıyor ve devam eden müzakerelere Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerini dahil etmiyor? Oysa dahil etse bir yandan süreç kolaylaşabilir, bölge ülkelerinin kaygılarını görmezden geldiği için ilk anlaşma sırasında maruz kaldığı eleştiri ve suçlamaları bertaraf edebilir. Bu, ABD’ye karşı kaybedilen, Jake Sullivan ile Antony Blinken'in Suudi Arabistan'a yaptığı ziyaretlerde ifade ettikleri gibi Washington’un gerçekten geri kazanmaya çalıştığı güveni yeniden inşa etmez miydi? Diğer yandan genelde İran-Körfez ilişkilerinin, özelde Suudi Arabistan-İran ilişkilerinin geniş bir anlayış yelpazesine tanık olduğu bir dönemde, Körfez ülkelerinin görüşmelere dahil edilmesi Tahran üzerinde ek bir baskı oluşturabilir.

Gerçek şu ki Washington bölgesel dönüşümlerin bir tür gerçekçilikle farkına varamamış görünüyor. Suudi Arabistan ile İsrail arasında normalleşme arayışının ve ilk anlaşmaya eşlik eden İran'a karşı bir Arap-İsrail ittifakının kurulmasının yerini Arapların Tahran'a açılımının almasının ne anlama geldiğini anlamamış gibi. Bunun, Arapların İran ile yüzleşme projesinden vazgeçtikleri anlamı taşıdığını sanki görmüyor. Bu bağlamda iki görüş bulunuyor. Birincisi, Suudi Arabistan-İran mutabakatı başta olmak üzere Mısır-İran ve İran-Körfez mutabakatlarının, normal ilişkilerin ve güvenlik alanında iş birliğinin korkuları geçersiz kılması temelinde, bu ülkelerin nükleer bir İran'a ilişkin korkularını ortadan kaldırdığını düşünüyor. İkinci görüş, Körfez ülkelerinin korkularının tamamen ortadan kalktığına inanmanın zor olduğu ve korkunun hâlâ var olduğunu söylüyor. Suudi Arabistan-İran mutabakatı, iki ülke arasındaki tüm önemli sorunları bir anda çözmedi, aksine yaklaşımlarının doğasını değiştirdi. Yemen'den Lübnan, Irak ve Suriye'ye kadar sorunlarla tek tek ve kademeli olarak ilgilenmenin kapısını araladı. Bu görüşe göre anlaşmazlıkların diyalog yoluyla aşılması, çatışmaların hararetinin düşürülmesi ve her türlü birbirini hedef alma kampanyalarının durdurulması, sebeplerin ortadan kaldırılması için yıllar geçmesi zamana, iç faktörlere, bölgesel ve uluslararası değişkenlere güvenilmesi gerekiyor.

Öte yandan, İran Dışişleri Bakanlığı'nın, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un Riyad'ın da müzakerelere dahil edilmesi yönündeki çağrılarını reddetmesine dayanarak, KİK ülkelerinin yeni nükleer müzakerelere dahil edilmelerini İran'ın istemediğini söyleyerek Washington'u temize çıkaranlar da var. Körfez ülkelerinin katılması, İran'ın oluşturduğu bölgesel tehdidin tanınması, füze programının daraltılması ve bölgesel müdahalelerinin sınırlandırılması gibi nükleer dosya dışındaki taleplerin yükselmesi anlamına gelebilir. Aynı zamanda bölgedeki ABD askeri üsleri, BAE ve Bahreyn ile imzalanan İbrahim Anlaşmalarının yarattığı tehlikeler konusunda İran'ın bölgesel kaygılarının göz ardı edilmesi anlamına da gelebilir. Bu nedenle İran, ona özel yeni nükleer anlaşmalarda onlara herhangi bir rol vermeden, başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap ülkeleriyle olan gerilimleri bölgesel mekanizmalar çerçevesinde çözmek istedi. Aynı bağlamda İran bugün Suudi Arabistan ile vardığı yeni uzlaşıyı, Arap ülkelerinin kendisine açılımını, onları nükleer müzakereler geçitlerine dahil edip aralarındaki anlaşmazlıkları yeniden canlandırarak riske atmak da istemiyor.

Bugün asıl Körfez ülkelerinin nükleer müzakerelere katılmak istemediklerini söyleyenler de var. Bunlara göre Körfez ülkeleri İran'ın nükleer programını kısıtlamanın iyi olduğunu düşünüyorlar ama onları endişelendiren asıl sorun bu değil. Tahran'ın nükleer bir devlet olmaya çalıştığı doğru ama intihara meyilli olmadığından bu silahı kullanmayacak. Körfez ülkelerinin asıl endişesi, İran tarafından geliştirilen ve komşuları için gerçek ve doğrudan tehdit haline gelen binlerce küçük akıllı silah. Suudi Arabistan’a yapılan saldırılar hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyor. Yine Donald Trump yönetiminin bu saldırılara yanıt vermemesi, bunun yerine Suudi Arabistan'dan gönderdiği Amerikan kuvvetlerinin veya silahlarının bedelini ödemesini talep etmesi de tazeliğini koruyor. O dönemde Suudi Arabistan, ABD'nin çifte başarısızlığının farkına vardı. ABD hem İran'a yönelik politikasında hem de nükleer bir devlet olmasını engelleyecek bir nükleer anlaşmaya varılamamasının bir sonucu olarak, bölgenin güvenliğini korumada başarısız olmuştu. Dahası İran’ı engelleyememesi bir yana, İran nükleer programını 12 kat geliştirdi. ABD ayrıca İran'ın birden fazla Arap ülkesine yönelik yayılmacı projesini ve çoğu hâlâ şiddetini koruyan bölgesel çatışmalara müdahalelerini de engelleyemedi.

Bilhassa uluslararası ilişkilerde meydana gelen değişimler ve Batı, Rusya ve Çin arasındaki gerilim ile birlikte bu Amerikan başarısızlığı, bölge ülkelerinin, bölgesel güvenliğin Washington ve Amerikan koruması yoluyla sağlanamayacağına olan inancını güçlendirdi. Bu ise güvenlik, dış ve ekonomik ilişkilerde dengeli bölgesel yaklaşımlara başvurmayı zorunlu kıldı. Bu eğilim, son Suudi Arabistan-İran anlaşmasını ortaya çıkardı. Ancak gerçekçilik, ihtiyatlı ve ağır olmayı gerektiriyor, çünkü ideolojik anlaşmazlık ve yönetici rejiminin doğası nedeniyle İran ile aradaki boşluk hâlâ çok büyük. Dolayısıyla normalleşme ve uzlaşıları genişletme yollarını izlemek gerekiyor.

Bu anlaşmanın sağladığı diyalog kanallarının sahada tatmin edici sonuçlara imkân tanımasını beklerken, bölge ülkelerinin ‘sınırlı bir nükleer anlaşma’ peşinde koşan Washington'un başarısını veya başarısızlığını beklemekten başka çaresi yok. Bölge ülkeleri bu anlaşmanın iyi olmadığını ama alternatiflerinin çok daha kötü olabileceğini biliyorlar. ABD şu anda bu konuda şiddetli bir iç ve dış savaşla karşı karşıya olduğu dönemden geçiyor. İçeride, İran'ın nükleer silah üretmesini engellemek amacıyla yaptırımları kalıcı hale getiren yasa tasarısı ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi'nde onaylandı. Dışarıda ise Binyamin Netanyahu İran ile her türlü ‘sınırlı anlaşmayı’ reddettiğini açıkladı ve "İran ile herhangi bir anlaşma, kendisini savunmak için ne gerekiyorsa yapacak olan İsrail için bağlayıcı olmayacaktır” dedi. Washington, gerçekten en kötüsünden kaçınabilmek için İsrail'i bu politikaya razı edebilecek mi?