Hüseyin Şubukşi
TT

İlhak… BM ve barış!

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Libya'daki Türk askeri müdahalesinin nedenlerinden birini -Osmanlı’nın bu topraklardaki varlığına atıfta bulunarak- Libya'nın ‘bir Türk sevdası’ olduğunu söyleyerek açıklaması oldukça çarpıcıydı. Peki aynı mantığı İtalya’ya uyarladığımızda Libya’nın ‘bir İtalyan sevdası’ olmasını engelleyen nedir!? Zira bu toprakların yıllarca İtalyan kolonisi olarak kaldığı malum...
Libya'nın sınırları bugün Lübnan’dan Kuzey Afrika'ya uzanan Fenike Krallığı’nın bir parçası olduğu düşünüldüğünde aynı şekilde burayı ‘Fenike sevdası’ şeklinde nitelemek de mümkündür. Nitekim bu, ülkeler arasındaki uluslararası sınır çatışmalarında kullanılan en ciddi ikilemdir ve buradan kasıt, toprağın mülkiyeti ve egemenliği hakkını ‘tarihsel ve ahlaki referans’ ile tesis etmektir. Bu şekilde tarihsel boyuta, belgelenmiş mevcudiyetin kıdemliliğine istinat eden ülkeler olduğu gibi İbrahim Peygamber’in soyuna toprak vermek için İsrail gibi ‘Tevrat'taki Rabbani taahhüdü’ dayanak alıp Müslümanların da Hz. İsmail’in zürriyetinden olduğunu unutan ülkeler de vardır. Bu iddiadaki en büyük sorun, dinlerin arazi tüccarları veyahut tapu kaynakları benzerlerine dönüştürülmesidir!
Dünya genelinde, bilhassa Ortadoğu'da olayların birbirini izlediği bu günlerde İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, son seçim kampanyasında defalarca tekrarladığı gibi Batı Şeria'yı ilhak etmeye hazırlanıyor. Dikkat çeken husus ise bu teklifin aslında yeni olmaması. Zirâ bu konuyu ilk olarak 2011’de Dennis Ross ortaya atmıştı. ABD’nin eski Başkanı Bill Clinton'ın Ortadoğu özel koordinatörlüğü görevinde bulunan Ross, İsrail'i Batı Şeria'ya ilhakı senaryosunu kendi kitabında ve bir kongre oturumunda dile getirerek “İsrail, Batı Şeria topraklarını ilhak ettiği taktirde Ürdün Haşimi Krallığı ile şiddetli bir çatışma yaşanacaktır; bu hususta endişe verici ve korkutucu bir iklim yaratmak istemiyorum” ifadelerini kullanmıştı. Ross’un Batı Şeria'nın ilhakı senaryosuna Ürdün Haşimi Krallığı’nı da dahil etmesi, hedeflenen toprakların coğrafyanın da ötesindeki çok tehlikeli ve önemli boyutlarını açıkça gösteriyor.

İsrail iktidarında tarihin en uzun yerini alan Netanyahu, seçmenlerini söz konusu uygulamayı hayata geçirme sözü ile kendisine çekti. Bir de bu sözü azılı rakibi General Benny Gantz ile ateşli bir rekabete tanık olan seçim savaşında bulunduğu, bir yandan da yolsuzluk suçlamasıyla başsavcılık tarafından kovuşturulduğu sırada verdi. Makamın zayıf kaldığı sırada kendisine kovuşturulmasında hukuki dokunulmazlık verecek tek şey elinden gelen en iyisini vaat etmekti. O da Batı Şeria'nın ilhakıydı. Ancak İsrail'de Netanyahu'nun söz konusu vaadinden korkanlar mevcut. Zirâ pratikte bu vaat, Filistinliler ile İsrail arasındaki barış sürecinin 20 yılı aşkın süredir temel aldığı iki devletli çözümün tamamen ortadan kaldırılması anlamına geliyor. Korkunun sebebi ise yeni İsrail'in toplam nüfusunu oluşturan demografinin, İsrail'de nüfusun yüzde 22'sini oluşturan Araplar lehine uzun vadede aşamalı ve güçlü bir şekilde yönelecek olmasıdır. Zirâ bu orana Batı Şeria'daki Filistin nüfusu da eklenecek. Nitekim kendi tanımıyla ‘demokratik sisteme sahip bir Yahudi devleti’ olan İsrail, uzun vadede bu iki özelliğini de şaşırtıcı bir şekilde kaybedecek.
Ayrıca Birlemiş Milletler’in (BM) uluslararası kararları otoritesi; uluslararası toplumun kabul ettiği temel, ahlaki bir referans olduğunu, bu çerçeve haricindeki herhangi bir çözümün kırılgan olacağı, en iyi ihtimalle tamamen yetersiz ve gerçek meşruiyetten uzak olacağını kanıtlıyor.
BM’nin Kovid-19 salgını ve yansımalarıyla çakışan 75’inci yıl dönümü kutlamaları ışığında, örgütün -hedeflerinden biri barışı sağlamak olan- kuruluş nedenlerini hatırlamak önemlidir. Dolayısıyla, BM sistemi kapsamına girmeyen herhangi bir çözümün eksik olduğu, barışa yol açmayacağı açıktır.