İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Reisi-Macron veya Sykes-Picot’un yeni versiyonu

Mecazi olarak konuşursak, yeni Lübnan hükümetinin oluşumuna çok az sayıda uluslararası ve bölgesel gücün katkıda bulunmadığı söylenebilir. Ancak gerçek şu ki, bu hükümet ya da daha doğrusu bakanlar kadrosu, yönetmekten ziyade çözümü büyük değişikliklerin gölgesinde Ortadoğu için hazırlanan büyük bölgesel formülün ayrılmaz bir parçası haline gelen korkunç bir krizi idare ediyor.
Bu noktada şöyle diyenler olabilir; Lübnan bir yılı aşkın süredir içinde bulunduğu karanlık bir tünelden çıkmışken bu aşırı kompleks ve karamsarlık neden? Ne demişler, en iyisini umun ki onu bulasınız.
Bir başkası, pragmatik bir bilgelik iddiasıyla, bir mum yakmanın karanlığa lanet etmekten daha iyi olduğunu söyleyebilir. Bu adım, politikacıları nedeniyle çilezade vatandaşların acılarını hafifletmek, göçü yavaşlatmak ve ekonominin çöküşünü, kötü ve kusurlu bir siyasi sistemin serbest düşüşünü kısmen engellemek için yeterli diyebilir.
Bir üçüncüsü çıkıp, şunu savunabilir; tüm dünya salgın hastalıklar ve iklim değişikliği belasıyla şiddetlenen yapısal krizlerden geçiyor. Hızlı teknolojik gelişimin geleneksel istihdam kalıplarına yönelik tehditleri, küreselleşme, göç, sığınma ve hareket özgürlüğüne karşı bir tepki olarak ırkçılığın tırmanışıyla birlikte ulus-devlet kavramının sarsılmasıyla yüzleşiyor. Uluslararası sahnede, ABD ve Batı Avrupa ile rekabet eden farklı siyasi kültürlere sahip yeni küresel güçlerin yükselişinden bahsetmiyoruz bile.
Belirtilenlerin hepsi doğru. Ancak olaylar dizisinin gerçekçi bir okumasının, hülyalı iyimserliğin ve güven veren bilgisizliğin tuzaklarından kurtardığı da doğru. Dolayısıyla, meseleleri deneyim ve uzmanlık dengesiyle birbirine bağlamanın, onları istediğimiz ve umduğumuz gibi değil, sahada oldukları gibi ele almanın bir zararı olamaz.
Öncelikle son yüzyılda bölgemizin sınırlarını çizen bölgesel sistemin geri dönmemecesine sona erdiği artık bir sır değil. Bu, gözlemcinin gelişmelere duygu ve ideallerden uzak yaklaşması gerektiği anlamına geliyor.
Aşina olduğumuz Arapçılık kavramı, on yıllar boyunca defalarca değişti ve belirginleşti. Halk nezdinde felsefi bir şekilde tanımlanmaya ihtiyaç duymayan bir kimlikten, Osmanlı Devleti’nde kapsayıcı İslam kimliğinin yıkıntıları üzerinde yükselen “Türk-Turan” milliyetçiliğine karşı bir milliyetçi ideolojiye evrildi.
Araplar -en azından aralarındaki Sünni Müslümanlar- Müslüman halklara eşit davranan bir yönetim olduğu sürece Arap olmayan bir "halife"nin yönetimindeki Osmanlı idaresini kabul ettiler. Ancak 19. yüzyılda Avrupa'da ve Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşanan milli diriliş hareketleriyle durum farklılaştı. Devletin üstten dayatmacı Türkleştirme politikaları karşısında benzer nitelikte, ancak ters yönde bir tepkinin ortaya çıkması beklendikti. Ardından Araplara duydukları sevgiden değil de esas olarak rakipleri Osmanlıyı zayıflatma gereksinimleri nedeniyle Avrupa ülkelerinin Arap milliyetçiliği alternatifini desteklemesiyle bu tepkinin ivmesi hızlandı.
Nitekim, Birinci Dünya Savaşı'nda aldığı yenilgi nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra, muzaffer Avrupalı ​​güçler Araplarla ortak bir çıkarı olan “tek bir ulus” temelinde ilişki kurmayı reddettiler. Aksine, bölgeyi nüfuz alanlarına böldüler. İsimler ve yöntemler, hatta bazı koşullar, öncelikler ve ittifaklar bugün değişmiş olabilir, ancak siyasetteki “çıkar” unsuru değişmeyen tek şey olmayı sürdürüyor.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, hatırladığımız gibi, eski Osmanlı eyaletleri ve bölgelerinin yeni kimliklerini belirleyen iki temel, Sykes-Picot Anlaşması ile Balfour Deklarasyonu oldu. Daha sonra bu aşamanın bölümleri birbirini izledi ve Sudan’ın Mısır'dan ayrılması ile Arap Yarımadası'nda sınırların çizilmesi de kendisine eklendi. Ardından İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında bölgedeki İngiliz ve Fransız manda yönetimleri sona erdi. Bugünde, birçokları için acı verici olabilecek ama gerçek olan yeni bir gerçeği kabul etmeliyiz, o da bir dizi oluşumumuzun politik, demografik, kültürel ve ekonomik olarak değiştiği.
Bu oluşumlardan bazıları, daha kurulmadan, üzerinde mutabık kalınan sınırlara ve sakinlerinin çoğu için birleştirici bir kimliğe sahip bağımsız devletler olmadan önce, bölgesel ağırlık merkezleriydiler.  Diğerlerine gelince, bunlar stratejik görüşlerden, dengelerden ve anlık pazarlıklardan doğdular. Tuhaf olan şu ki, fiili bölünmelerin ve kolektif kimliklerin çöküşü ışığında artık bu iki kategori arasında ayrım yapamıyoruz.
Dahası biz Araplar, on yıllardır takdire şayan bir inatla Sykes-Picot ve Balfour Deklarasyonu'nun belirlediği sınırları reddettik. Yine on yıllar boyunca liderlikler ortaya çıkıp, bu bölücü sınırları kaldırma argümanıyla partiler kurdular, sloganlar benimsediler ve savaşlar çıkardılar. Ancak, bazılarımızın tekrarladığı gibi bölünme krizinden parçalanma cehennemine düştük. Daha korkunç ironi ise, yıkmayı başaramadığımız bu sınırların, şimdi bölgesel rakiplerimiz tarafından kaldırılıyor olması. Çünkü onların hırsları ve emelleri, büyük güçlerin onlara duyduğu sempati, bizim zayıflığımızdan, bölünmüşlüğümüzden, kötü planlamamızdan ve bizi çevreleyen uluslar oyunu hakkındaki sınırlı anlayışımızdan çok daha güçlü.
Bugün Irak, 2003'ten sonra farklı siyasi, demografik ve ideolojik bakış açılarıyla yönetilen “başka bir Irak” haline geldi. ABD güçleri ayrılmaya hazırlanırken, İran’ın güvenlik alanında ve devletin kılcal damarlarına derinlemesine nüfuz eden örgütsel genişlemesi ışığında Irak, yeni bir bağımsızlığı ve birliği parçalanmış devlet inşa etme aşamasının eşiğinde. İran’ın komşusu Irak ile sınırlı kalmayıp, Suriye, Lübnan ve bir bölümüyle Filistin'e uzanan bu genişlemesinin, Tahran'ı artık sadece ekonomi ve güvenlik alanında yararlı bir partner olarak gören Avrupalı ​​güçlerin “iyi niyetiyle” desteklendiği açık ve net.
Suriye'ye gelince, bugün etki alanları hesapları ve çıkar kesişimlerinde daha renkli bir sahne oluşturuyor. Burada, Suriye'deki iç çatlağın ortasında, İran'ın emelleri Rusya'nın hırslarıyla, Amerikan, İsrail ve Türk diğer jeopolitik boyutların çıkarlarıyla bir arada yaşayanların kabulüyle dikkate değer bir şekilde bir arada var olabiliyor. Suriye oluşumu - ve tabii ki Suriye halkı - pahasına bu bir arada yaşama durumunun tezahürleri arasında, açık veya gizli olarak üzerinde anlaşmaya varılan koridorlar ve etki alanları bulunuyor. Son olarak Lübnan.
Lübnan'da son iki günde yayınlanan haberler, bölgesel ve uluslararası temasların, Ağustos 2020'de istifa eden Hassan Diyab hükümetinin yerini alacak bir hükümetin kuruluşunu önlediği iddia edilen engelleri aşmayı başardığını gösteriyor. Uzayan krizin çözümüne doğrudan veya dolaylı olarak katkıda bulunan yabancı tarafların isimleri gözden geçirildiğinde, analistler şu sonuca ulaşıyor; maddelerini ve şartlarını yabancı tarafların belirlediği, Lübnanlıların bu şart ve koşullarının ayrıntılarıyla hiçbir ilgisi olmadığı bir bölgesel anlaşmayla karşı karşıya bulunuyoruz.
Dahası, İran'ın Ortadoğu'daki bölgesel etkisinin çıtasına ilişkin bir başka uzlaşıyı içerecek nükleer anlaşmanın ayrıntıları beklenirken, yeni kabine oluşumuna ilişkin uzlaşının, Lübnan'ın ABD, İsrail ve Rusya'nın onayıyla İran-Fransa vesayeti altına girdiğini kanıtladığını tartışmaya veya sorgulamaya gerek yok.