İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Suriye’nin ‘paylaşılması’ uluslararası suç ortaklığı ile birlikte tamamlanmak üzere

Hafızam beni yanıltmıyorsa, ‘komplo teorilerine’ Arap ülkeleri ve Orta Doğu bölgesinde inanıldığı kadar dünyanın hiçbir yerine inanılmıyordur.
Orta Doğu ekonominin, tarihin, coğrafyanın ve dinin siyasileştirilmesinin; refahında, sıkıntısında, istikrarında ve kargaşasında önemli roller oynadığı bir bölgedir. Üç kıtayı birbirine bağlayarak ‘eski dünyanın’ merkezinde yer alır. Birçok oluşumu ve su yolunu kontrol eder. Halkları, Avrupa'da Hıristiyan dünyasının yanı sıra Uzakdoğu ve Güney Asya uygarlıkları ve dinlerine bitişik olan İslam dünyasının en büyük bileşenlerinden birini oluşturur. Ayrıca bu bölgede çok ciddi servetler, rezervler, madenler ve ekonomik kaynaklar bulunmaktadır. Bu, bir yandan kalkınma planlarına bir yandan da ‘iyi yönetişimin’ başarısına ciddi bir meydan okuma teşkil eden hızlı nüfus artışına paralel olarak çevresel risklerle kesişmektedir.
Bu geniş bölgenin kalbinde Levant yer alır ve merkezi Suriye'dir. Suriye... Hayati öneme sahip bir nokta, güvenliğin anahtarı, isyanın eşiği, eritme potası, çatışma arenası, kimliklerin ve çıkarların kesişme noktası... Milletlerin doğduğu ve öldüğü yer…
Orta Doğu, özellikle de Arap bileşeni, ‘komplo teorileri’nde ‘istemeden kahraman’ konumundaysa, Suriye'nin kimliği bir bütün olarak bölge için hazırlanmış, hazırlanan ve hazırlanacak olan her şey için bir ‘başlangıç’ ve ‘son’dur. Uluslararası hesapların dalgalanmasındaki bir etkileşim ve etki örneğiydi ve hep de öyle kalacak.
En azından 2011'den bu yana Suriye topraklarında dönen ‘uluslar oyunu’nun iki düzeyinden, devletinin yıkıntılarından ve halkının çıkarlarından -aslında kaderlerinden- ilk kez bahsedilmiyor. Birinci düzey bölgesel. İsrail, İran ve Türkiye olmak üzere üç bölgesel güç, Suriye toprakları ve başta Irak, Lübnan, Ürdün ve Filistin olmak üzere çevresi üzerinde nüfuz mücadelesi veriyor. ‘Uluslar oyununun’ ikinci düzeyi uluslararası. Burada büyük küresel güçlerin hesapları işin içine giriyor ve başı ABD, Rusya, Çin ve Avrupa Birliği (AB) çekiyor.
1979'dan önce bölgesel dengeler ‘Soğuk Savaş’ ile ‘Doğu-Batı’ çatışmasının hesaplarına bağlıydı. Ancak Orta Doğu'daki siyasi, sosyal ve entelektüel etkileşimler, uluslararası güç dengelerindeki değişime ve küresel karar başkentlerinde ‘müttefik’ ve ‘düşman’ tanımlarına paralel olarak şekilleniyordu.
Sovyetler Birliği'nin dağılması (1990-1991) ve 'Soğuk Savaş'ın 'Doğu'nun hezimetiyle -teorik olarak- sona ermesinden sonra küresel çapta olduğu gibi, bölgemizde de durumlar ve dengeler değişti. Hem Arap Meşrık bölgesinde hem de Arap olmayan 'civar' bölgesinde 'Doğu' ile müttefik olan solcu ve milliyetçi alternatifler düşerken, gerek İran, gerek Arap gerekse Türk olsun Sünni ve Şii kesimleri ile 'siyasal İslam'ın ortaya çıkmasıyla dini alternatifin ağırlığı arttı. Aynı şekilde, işçilerin (kurucu Siyonist sosyalistler) İsrail'deki öncü rolü sona erdi ve İsrail iktidarında dindar ve faşist sağın yükselişi ile nüfuzları geriledi. Bölgedeki dini ve mezhepsel kutuplaşmanın bir sonucu olarak, ister bölgesel oyuncular için isterse büyük küresel oyuncular için olsun 'müttefik' ve 'düşman'ı tanımlamak için yeni terimler ve kriterler ortaya çıktı.
‘Soğuk Savaş’ ve ‘iki kutupluluk’ döneminin kapanışı için geri sayım yapılmasıyla birlikte güçlü bir şekilde şu çarpıcı terimler ve kriterler ortaya çıktı: ‘Terörizm’, ‘haydut devletler’ ve ‘insan haklarına saygı’. ‘Batı’nın zafer kazandığı gerçeği ışığında bunların başkalarından önce Washington'daki karar alma koridorlarının birer ürünü olduğu anlaşıldı.
Yıllardır şahit olduğumuz gibi Orta Doğu’da bu terimler, en büyük ve en etkili güçlü oyuncunun çıkarlarına hizmet etmek için işine gelindiği gibi kullanılmıştır.
Suriye -ve onunla birlikte ‘Arap çevresi’- bu keyfi tutumun ilk kurbanı olmuştur.
Örneğin Tahran ve Şam rejimleri, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın ‘terörizmi’ destekleme konusundaki değerlendirmelerinde her zaman ön sıralarda yer aldı. Uzun bir süre içerisinde İran ve Suriye halkları gibi dünya da, İran ve Suriye'nin, yöneticilerinin ‘terörizmi’ destekleyen ve ‘insan haklarına’ değer vermeyen ‘haydut devletler’ olduğuna kani oldu.
Ancak 2015'ten sonra Irak için tamamen yasak olan bir Batı-İran ‘nükleer düzeyde birlikte var olma’ anlaşmasına tanık olduk. Aynı şekilde Washington liderliğindeki Batılı güçler, Suriye halkının özgürlüğü, kendi kaderini tayin etme hakkını ve bir milyon insanı katletmesine (2011'den beri) ve 12 milyon insanı yerinden etmesine rağmen Esed rejimi dışında bir rejimi hak etmediğine karar verdi.
Dahası bu düşünce Batılı güçlerle sınırlı kalmayıp, Tahran ve Şam rejimleriyle dostane ilişkilerini sürdüren iki rakip ‘devi’ -Rusya ve Çin’i- de kapsıyordu. Aynı şekilde, Tahran ve Şam rejimlerinin Irak ve Lübnan’ın (Tahran burada devletin varlığının ve devamlılığının tüm bileşenlerine balta vurmuştur) yanı sıra Suriye'de gerçekleştirdiği sistematik yıkıma uzun süredir memnuniyetle bakan İsrail rejimini de -zımnen de olsa- kapsıyordu.
Bugün Irak'ta, Suriye'de ve Lübnan'da yaşananlara rağmen Batılı güçler, Tahran'ın Yemen'e kadar bütün bölgedeki eylemleri konusunda sessizliğini koruyor. Öte yandan Lübnanlı dürüst bir siyasi uzman bana, büyük bir Batı ülkesinin büyükelçisi ile yaptığı son görüşmede büyükelçinin şu ifadeleri kullandığını söyledi:
“Hizbullah'ı suçlamayı ve onları sorunlarınızın müsebbibi olarak görmeyi bırakın. Tek sorun sizin siyasi tabakanızın yozlaşmış olması.”
İran ve onun araçlarıyla bölgedeki bu suç ortaklığı aşikâr hale geldi. Ayrıca İsrail'in çıkarları, gelecekteki Suriye'nin ve kuzey sınırlarında gelecekteki Lübnan'ın nihai şeklinde açıkça görülmektedir. İsrail, özellikle İran füzelerinin gidiş yönünün Hayfa’dan Halep’e kaydırılmasından ve 2006'dan beri güney Lübnan'daki durumdan hoşnut olsa da, şu anda İran'ın Suriye'deki varlığı konusunda müsamaha gösterilen ‘sınırları’ gözlemliyor. Basında yakın bir zamanda çıkan habere göre İsrail liderliği, Şam ve Havran bölgelerinin ‘şiileştirilmesi’ de dahil olmak üzere İran'ın Suriye topraklarındaki varlığı ve yerleşimine karşılık Ukrayna savaşının ortasında Rus varlığının seviyesini gözlemliyor. Şu anda İsrail liderliği, Esed rejimi ve destekçileri için neyin kabul edilebilir ve neyin kabul edilemez olduğunu belirlemeye odaklandığını söylüyor.
Bu arka plan ile Kuzey Suriye’deki Türk operasyonlarıyla ilgilenmek daha rasyonel ve gerçekçi hale geliyor. Zira Ankara, Suriye varlığının fiili paylaşımının var gücüyle ilerlediğinin farkında. Türkiye’nin düşüncesine göre Ruslar kuzeybatıda tutunacakları bir yer edindiyse, ABD’liler Fırat'ın doğusundaki Kürtlerle işlerini yoluna koyduysa ve İsrailliler güney Suriye'de kendilerine uygun ‘senaryolarına’ çalışıyorsa, Ankara'nın Suriye'nin kuzeyinde ‘çıkarlarına saygı duyulmasını’ beklemesi doğal. Burada Türkler sadece eski bir milliyetçi hayali gerçekleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda Türkiye'yi doğrudan tehdit eden ve hem kendileri hem de İranlılar için ortak bir düşman teşkil edecek bir Kürt ayrılıkçı varlığının ortaya çıkmasını da engelliyorlar.
Dolayısıyla Arap Meşrık bölgesinin ‘bölünmesi’nin ‘parçalanmaya’ dönüştürülmesine ilişkin ortada dönen pek çok konuşma, ‘komplo teorilerinin’ bazen doğru olabileceğini gösteriyor.