Ekrem Bunni
Suriyeli yazar
TT

Ölüme kaçanlar!

Birden radyoyu daha iyi duyabilmek için herkesin susmasını istedi. Haber, kuzey Lübnan'daki bir limandan Avrupa'ya kaçmaya çalışan insanlardan onlarcasının Suriye kıyılarının yakınlarında cesetlerinin bulunduğuyla ilgiliydi. Tekneyle ilgili teknik sorunlar, kapasitesinden fazla insan doldurma açgözlülüğü ve denizin hoyratlığı konuşuluyordu. Haber onu ilgilendiriyordu. Yüzünde endişe, panik ve korku belirtileri oluşmaya başlamıştı. Belki biricik oğlu Mahir de onların arasındaydı… Oğlu Avrupa ülkelerinden birine ulaşmak için bir çıkış yolu bulma umuduyla Lübnan'a gitmek üzere aylar önce Şam'dan ayrılmıştı. Üniversite diplomasını eline almış, seyahat etmesine ve çalışmasına yardımcı olacağına dair bir söz alma umuduyla tüm Batı elçiliklerinin ve Birleşmiş Milletler (BM) ofislerinin kapılarını çalmıştı. Ancak neye yarar. Kapılar sıkıca kapalıydı. Annesine yasadışı bir yol, para karşılığında yardımcı olacak kaçakçıları aramak dışında bir seçeneği olmadığını söylemişti.
Kadın bir başınaydı. Oğlundan küçük kız kardeşine destek olması için yanında kalmasını istiyordu. Ancak başını ellerinin arasına aldı. Buradaki hayat artık katlanılamaz boyuttaydı. Sıkıntı sadece iş fırsatının olmaması, korkutucu fiyat artışları ve temel malzemelerin bulunamaması değildi. Neredeyse sürekli olarak elektrik, iletişim ve bazen de içme suyu kesiliyordu. Bir gaz tüpü veya bir ekmek almak için saatlerce ayakta durmak zorunda kalınıyordu. Kalabalık toplu taşıma araçlarında kendine bir yer bulmak için insan savaş vermek zorunda kalıyordu. ‘Zaferlerinden’ sonra dişlerini göstermeye başlayan güvenlik kontrolündeki güçlerin şantajlarına boyun eğmek gerekiyordu!
Mahir gitmek istemiyordu. Bu fikir kendisine sorulduğunda bunu kafasından atıp haklı bir soruyla karşılık veriyordu: Annemi ve kız kardeşimi burada nasıl yalnız bırakırım? Fakat birden tercihini değiştirdi ve heveslendi. Belki de Avrupa'da olmasının, ailesini yeniden bir araya getirmesine ve onları bu cehennemden kurtarmasına yardımcı olacağına ikna olduğu içindi. Böylece gitmek, ailesini çektiklerinden ve karanlık, meçhul bir gelecekten kurtarmak için omuzlarına binen hayati bir sorumluluk haline gelmişti. Ancak annesi bunun sebebinin, iki yıl önce bir güvenlik kontrol noktasında tutuklanmasının bıraktığı izlerle de alakalı olduğunu düşünüyor. Mahir’i ve 10’dan fazla genci otobüsten indirip görmelerini engellemek için gözlerini ‘tamaşe’ adı verilen yıpranmış siyah bir bez ile bağlamışlardı. Saatlerce yerde oturmaya zorlanmış, sonra da bir çöpmüş gibi askeri bir araca tıkıştırılmışlardı. Dayak ve hakaretler eşliğinde bir güvenlik merkezine götürülmüşlerdi. Kadın erkek 40’tan fazla kişiyi, ancak 10 kişinin sığabileceği bir yere sıkıştırmışlardı. Mahir ve beraberindekiler kendilerini iki gruba ayırmak zorunda kalmışlardı. Her iki saatte bir oturanlar ile ayakta duranlar yer değiştiriyordu. Tuvalete giderken şiddetli dayak ve hakaretlere katlanmak zorunda kalmaları da cabası. İçlerinden birisi tuvalette bir dakikadan fazla kalması gerektiğinde dayak ve hakaretin şiddeti de artıyordu. Bu çileden ancak iki gün sonra adını duyunca kurtulabilmişti Mahir. Hızlıca adlarını ve yaşadıkları yerleri söyleyip ailelerine tutuklandıkları yeri haber vermesi için kendisine yalvaranlar tarafından çekiştirilirken tutukluları güçlükle yarıp geçiyordu. Memur kendisini azarlayarak “Neden tek olduğunu ve zorunlu hizmetten muaf olduğunu söylemedin?!” diye sorduğunda dişlerini sıkıp öfkesini bastırmıştı. Ne pahasına olursa olsun buradan kurtulmak istiyordu. Bu yüzden bunu defalarca kez söylediğini ve kimsenin onu dinlemediğini söyleyemezdi!
Anne, bu deneyimin oğlunun üzerine bir lanet gibi çöktüğünü fark etmişti. Kendisine tekrar tekrar “Eğer zorunlu askerlik yüzünden bize böyle davranıyorlarsa o zaman rejime baş kaldıranların hali nasıldır?” sorusunu sorduğunda içi acıyordu. Oğlunun bu soruyla rejimin baskısından ‘rahatsız olan’ ve beş yıl önce tutuklandıktan sonra kendisinden bir daha haber alamadığı sınıf arkadaşı Essam ile empati kurmaya çalıştığının farkındaydı. Anne her geçen gün oğlunun endişelerinin ve acılarının arttığını hissederek, onu seyahat etmeye teşvik etmenin görevi olduğuna ikna olmaya başlamıştı. Ailesinden miras kalan küçük bir toprak parçasını satarak ona biraz para verdi. Ancak deniz yoluyla seyahat etmekten uzak durmasını tembihledi ve böyle bir zorda kalırsa iyice düşünüp taşınmasını istedi. Zira binlerce Suriyelinin balinalara yem olduğunu kim bilmiyordu ki? Denizin Türkiye kıyılarından birine attığı Aylan Kurdi adlı çocuğun fotoğrafını kim unutabilir ki?
Türkiye! Komşusunun Mahir’i neden yüzbinlerce Suriyeli için Avrupa'ya açılan bir koridor olan Türkiye'ye değil de Lübnan'a gönderdiğine ilişkin sorusunu yanıtlarken, rahatsız olmuş gibi bu kelimeyi tekrarladı. Hüzünlü bir şekilde “Orada olanları takip etmiyor musun? Aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu onlarca kişiyi ve oğlumu Türk sınır muhafızları içinde yaşayan insanlar için başka bir cehennem olan Cephetu'n-Nusra’nın bölgelerine geri gönderirse, akıbeti ne olur? Oğlumu yağmurdan alayım derken doluya mı mahkûm edeyim?” diye sordu. İçini çekerek “Türkiye, Suriyeli mültecilere karşı artık eskisi gibi değil. Her gün orada uğradıkları zararlar, baskılar, çalışmalarına yapılan müdahaleler, ikametlerinin yenilenmediği ve Suriye topraklarına zorla sınır dışı edildikleri ile ilgili haberler çıkıyor” dedi. Ancak bir an durup komşusunun gözlerinin içine üzgün bir şekilde bakarak “Evet, belki Lübnan'daki Suriyeli mültecilerin durumu daha kötü. Ama oradaki akrabalarımdan biri Mahir ile ilgileneceğine ve ona yardım edeceğine söz verdi” dedi.
İnternet olmadığı için oğlu onlara iyi olduğunu söylemek için birkaç günde bir arıyordu. Ancak bir hafta geçmesine rağmen anne oğlundan haber alamadı. Akrabası, Mahir’i 10 gündür görmediğini söyledi. Anne oğlunun başına kötü bir şey gelmiş ve batan teknenin kurbanları arasında olmasın diye daha çok dua etmeye başladı. Ölenler hala sadece soğuk rakamlardan ibaret. İsimleri bilinmiyor ve kimliklerine dair en ufak bir delil yok. Kadın ya onu seyahat etmeye teşvik etmekle bir hata yaptıysa diye içi içini kemirirken, kendisini yatıştıracak bir cevap bulma umuduyla büyük kızına baktı. Genç kız, annesinin dalgın bakışları karşısında aklından neler geçtiğini anlamış gibi gözlerinin içine bakarak gergin bir şekilde “Ne olursa olsun, burada kalmasından iyidir!” dedi.
Kız bu sözleri söyledikten sonra bir an için göğsünde bir ağırlık hissetti. Sanki boğuluyordu. Annesinin tepkisini endişe ve korkuyla izledi. Annesinin söylediklerini ciddiye almadığını fark edince biraz rahatlamıştı. Ağzından çıkan garip cümleyi düşündü. Gerçekten ciddi miydi? Ölüm daha mı kolaydı? Cevap vermekten kaçınıp annesi ve kendisinin düşüncesini dağıtmak için “Bir fincan kahve yapmama ne dersin?” diyerek hızla ayağa kalktı.