Mustafa Özcan
TT

Saray’daki Casus’tan İkinci Abdülhamit analizi

İkinci Abdulhamit’e dair yaklaşımlar tarihte ve günümüzde gereksiz ve de anlamsız çatallaşmalara, çekişmelere ve kutuplaşmalara neden olmaktadır. İttihatçıların devamı olan Türkiye’deki  ‘ilerici güçler’ onu tutuk ve tutucu olarak görmekte ve Mithat Paşa’nın izini ve mirasını ve husumetini sürdürmektedirler.  Esasen İttihatçılar ve ondan önceki Fransız Devriminden mülhem ileri güçler Rusya ve yayılmacı politikaları ve bunun Balkanlara yansıması karşısında savaş pahasına da olsa dinamik olmayı ve davranmayı tercih ediyorlardı. Namık Kemal gibilerin kanları kaynamakta ve pısırıklığı bir politika aracı olarak benimsenmesine karşı çıkmaktadır. Bu yaklaşımı köhne olarak görmektedirler. Sırasıyla Mithat Paşa, Namık Kemal ve Mustafa Kemal gibiler Balkanlar’da Rusya’ya vekaleten mücadele veren ve Rus nüfuz casusluğu yapan kesimlere karşı daha keskin ve amansız bir tavır alınması yaklaşımını benimserler.  Dinamik bir politika değil, sakin bir politika izlemeyi şartlara aykırı görürler. İkinci Abdulhamit ise fırtınayı sükunetle geçiştirme yanlısıdır. Bu saraya biraz vakit kazandırsa da bu vakit, bu limit Osmanlı’yı ayağa kaldırmaya yetmemiştir. Osmanlı’nın çökmesini engelleyememiştir. Makbule Atadan, Büyük kardeşim Atatürk: Kızkardesi Atatürkʹü anlatıyor adlı kitabında, Balkanlar’daki Rus yanlısı çetelerin kazan kaldırmasına ve Sarayın bunu sessiz ve suskun bir şekilde geçiştirmesine adeta isyan eder.
Üç tarzı siyaset gibi Sultan Hamit karşısında üç tarz yaklaşım vardır. Bunlardan birisi İttihatçıların yaklaşımıdır, sonrasında bunu sol kesimler tevarüs etmiştir. İkinci Abdulhamit’i karşıt figür olarak algılarlar.
Bir de Necip Fazıl Kısakürek’in yüceleştirici karşıt yaklaşımı vardır. Sultan Hamit’i idealleştirmiştir. Öncesinde tekke müdavimleri ve gelenekçi ulema da bu çizgiyi izlemiştir. Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevi, Ahmet Zeyni Dahlan ve Filistinli ulemadan Kādî Ebü’l-Mehâsin Yûsuf b. İsmâîl b. Yûsuf eş-Şâfiî en-Nebhânî gibi gelenekçi alimler de bu yaklaşımı benimserler. İkinci Abdulhamit’e toz kondurmazlar, aksine sahip çıkarlar ve onu her dönemin modeli olarak görürler. Gelenekçi ulemanın yaklaşımı budur. Bu zümre ondan ve yönetiminden, şapkadan tavşan çıkaran sihirbazlar gibi bir ‘Ulu Hakan’ portresi çıkarmıştır. Bu ikinci yaklaşıma karşı İslami kesimler arasında üçüncü bir yaklaşım tarzını benimseyenler de vardır. Bu da Taha Akyol’un ifadesiyle körü körüne benimseyen değil, analiz eden bir yaklaşımdır. Benimsetmeyi değil anlamayı esas alır. Onlarınki şartları kabul eden değil, şartları değiştirmeye amade asimetrik bir yaklaşımdır. Gelenekçilerle modernistler arasında kalan Bediüzzaman, Münazarat adlı eserinde İkinci Abdulhamit ve dönemini sorgulayıcı bir biçimde ele almıştır. Her dönemi sorguladığı kadar, her devir karşısında insafı da elden bırakmamıştır. İkinci Abdulhamit dönemini bir istibdat dönemi olarak gördüğü kadar, sonraki istibdat devreleriyle de karşılaştırmıştır. İleriki dönemlerde istibdat giderek daha da koyulaşmıştır. Kral Faruk ile İkinci Abdulhamit’in istibdadı karşısında ‘atideki istibdadı’ temsil eden Nasır ve İttihatçılar ve ardıllarının istibdadı daha koyudur. İkinci Abdulhamit’in hasımlarını idamdan kaçınan yaklaşımına karşı, ileriki dönemlerde hesaplaşmalar daha kanlı bir atmosferde cereyan etmiştir. Kısaca bütün ceditciler gibi ceditci ulema da İkinci Abdulhamit devrine ve uygulamalarına karşı çıkmıştır. Ondan, şahsından ve yönetim tarzından hoşlanmamıştır.   
Bu karşı duruşta istibdadın rolü büyüktür. Kitaplarına Hamidi devreyi çağrıştıran isimler verse de Lübnanlı alimlerden Hüseyin Cisr Efendi sansürle alakalı olarak satır aralarında İkinci Abdulhamit’i eleştirmiştir. İkinci Abdulhamit’in muhaliflerine yaklaşımı evham yüklüdür. Havadan ve sudan adeta nem kapmaktadır. Bu da özellikle de fikir çevrelerinde, baskıyı beraberinde getirdiği için tepkilere neden olmuştur. Bu tepkilerin sistematik hale gelmesi de muhalefeti doğurmuştur. 
Bununla birlikte revizyonist sol da İkinci Abdulhamit’i tahlilde İttihatçı gelenekten ayrılır. İnsanları hep ideolojik yönden karşılaştırmak her zaman adil olmaz. Vakıa ve şartlar üzerinden de karşılaştırmak gerekir. Nitekim kimi solcular İkinci Abdulhamit ile İsmet İnönü’yü karşılaştırırlar. Her ikisi de ülkeyi savaşa sokmaktan yana değildir. Savaşa girmekten değil sükunetten yanadır. İsmet İnönü de İkinci Dünya Savaşına girmekten kaçınmıştır.    
İkinci Abdulhamit’in en olumsuz tarafı evhamı ve istibdadıdır. Bu, ülkenin gelişmesini bir nebze sekteye uğratmıştır. Bazen İkinci Abdulhamit, muhalifi reformcu veya modernist kesimlerden daha fazla modernizme yatkındır. Kimileri buna aydınlanmış despotizm demektedirler. Kalkınma hamlesinde seleflerinin çizgisinden ve yolundan sapmamıştır. İstibdat bu vetireyi yavaşlatmıştır. Daha verimli olmasını engellemiştir.  
Bediüzzaman Said Nursi bir sözünde şöyle söyler: “Yeis, mâni-i herkemâldir. 'Neme lâzım, başkası düşünsün!' istibdadın yadigârıdır." İnsanları yeise düşüren hususların başında istibdat gelmektedir. Bu itibarla yeis ile istibdat kardeştir ve zincirleme olarak kalkınmayı ve gelişmeyi sekteye uğratır.
Bunu öngörenlerden birisi de birçok İkinci Abdulhamit dostu veya taraftarından daha çok gerçeklere agah olan, parmak basan Mim Kemal Öke’nin ifadesiyle saraydaki casustur. Derviş kisvesiyle Orta Asya’yı turlayan oryantalist ve sergüzeşt Macar Yahudisi Arminius Vámbéry İkinci Abdulhamit ile sıkı dost iken İttihatçıların rüzgarına ve çarkına kapılır. Ortak dostlar veya aracılar vasıtasıyla ‘dost acı söyler’ fehvasınca işlerin niye yanlış gittiğine dair Yıldız’a bir mesaj gönderir ve şunları söyler: “Türk meseleleri hakkında (Batı’da) devlet adamlarının –ve genel manada kamuoyunun-suiniyeti ile cehaletine tanık olduğumdan bu konuya ilişkin tecrübelerimi yayınlamanın zaruri olduğunu düşündüm. Bu çalışmam, Avrupa’da hüküm süren düşüncelerin yanlışlığını ispatlamayı amaçlamaktadır. Zira Türkiye’yi ilk gördüğüm andan itibaren, kırk yıl boyunca büyük aşama ve ilerlemeler kat ettiğine şahit oldum. Eğer bütün bunlara rağmen Batılı insan için tatmin edici bir gelişme gösterememişse esas hatayı-haddinden fazla mutlakiyetçi ve müstebit olduğunu düşündüğüm-hükümet şekline bağlıyorum. Bu düşünce ile Zat-ı Şahanelerinin teveccühünü ve hüsnüniyetini kaybetme tehlikesi taşımaktayım ama bu kanaatim ve Osmanlılara faydalı olma yolundaki sarsılmaz niyetim başka türlü davranmama müsaade etmemiştir. Gayet iyi biliyorum ki, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar ve kendimi mevcut rejime muhalif bir duruma düşmüş olarak görmekten dolayı da çok pişmanım.”
İkinci Abdulhamit daha önce bu Macar sergüzeşt ve oryantalistin (Vámbéry) sigarasını yakacak kadar onunla sıkı fıkıdır (Abdulhamid Türkiyesi, Mustafa Orağlı, Yeditepe, s: 20 ). Tarihçilerin naklettiğine göre şehzade günlerinde de İngiliz elçisinin sigarasını yakmıştır.  Belki de şartlar gereği veya nezaket icabı yerinde bir davranış sayılabilir. Lakin onu dev aynasında gören destekçileri bunu kabullenebilir mi?  Anlamadan benimsedikleri için emin değilim.       
Ürdün Kralı Hüseyin de bir zamanlar İkinci Abdulhamit’in çığırını takip etmiş ve İsrail’in maktül Başbakanı Rabin’in sigarasını yakmıştır. Bu karenin fotoğrafı Ürdün-İsrail sınırında asılı kalmıştır. İndirilmemişse hala yerli yerinde duruyor olabilir.  
Şarkın önemli hastalıklarından birisi, şahısları tazim etmede ölçüyü taşırmasıdır. İmam-ı A’zam’ın gecede bin rekât namaz kılması veya yatsı abdestiyle sabah namazını eda etmesi rivayetinde olduğu gibi.  Aynı rivayet İmam Zeynelabidin’den de aktarılmıştır. Bu mantık, insanları hurafeye inanmaya yatkın hale getirir. Sonrasında da ‘biz niye böyleyiz?’ diye dövünmenin bir anlamı yoktur. Malik Bin Nebi bu gibi durumlar için ‘kabiliyetel hezime/yenilgiye yatkınlık’ kavramını üretmiştir.  Birileri tarafından güdülmemek için akıl sermayemizi iyi kullanmamız gerekir. Kaldı ki İmam -ı Azam ile ilgili mesele izahtan varestedir, durum açıktır, bunu anlamak için fikir yürütmeye de gerek yoktur. Bedahattendir. Zorlamadan elde edilen muhakemeye dayalı açık bilgi türündendir.