Topların, bombaların ve sivilleri bombalayan uçakların gasp ettikleri bir dünyada, yerinden edilmiş kişiler ve göçmenler hayatta kalmak için her yerden ve her yönden akın ediyorlar. Yaralarını, kalplerinde korku ve umutsuzluğu taşıyorlar.
Kuraklığa, salgın hastalıklara, açlığa ve teröre tanık olan dünyanın kıtalarına yayılan bu korkunç koşullarda, Sahra Çölü acımasız bir kara geçidine dönüşüyor. Akdeniz kıyılarına ulaşmayı başaran herkes, kaçakçıların elinde bir cesede dönüşüyor. Bitkin hayal güçlerinde, ışıkları parıldayan Avrupa ülkelerine ulaşma umuduyla yola çıkan binlerce kişiyi kaçakçılar suyun içindeki mezarlarına itiyorlar.
Dünyanın dört bir yanında insanlığın üzerine yağan musibet seli takip edildiğinde yazılı, işitsel ve görsel medya, dehşet yağdıran bir göğe dönüşüyor. Hayat korkunç bir soru haline geliyor. Evinizde otururken, on yıllar önce bu toprakları terk etmiş bir bilgenin yarattığı başka bir evrende göçmen ve muhacire dönüşmekten başka seçeneğiniz kalmıyor. O bilge ki, gücün gasp ettiği şiddet çılgınlığıyla silahlanmış, hemcinsini öldürmeyi insanların ve paranın seferber edildiği eğlenceli bir oyun haline getirmiş şiddetli adamın içine daldı ve yüzdü.
“Rüzgârda savrulma” adlı kitabını onlarca yıl önce sanki bu sabah yazmış gibi olan düşünür, yazar, şair ve insan Mihail Nuayme’den bahsediyoruz. Aramızdan sanki hiç ayrılmayan ve fikirleri eskimeyen bilgenin kitabı şöyle başlıyor; “Bugünlerde dünya bana her köşe bucağında esen şiddetli rüzgarlarda bir tüy ve hatta ondan daha hafif görünüyor. İnsanlık uzun tarihi boyunca, bugünün karanlıklarında bocaladığı, endişe ve panik içinde yaşadığı, aklın ve kalbin yurtsuz kaldığı bir dönem yaşamamıştır.”
Mihail Nuayme’nin onlarca yıl önce yazdıklarını okuduğumuzda bugünü gördüğünden ve duyduğundan emin oluyoruz. O sanki Rusya ile Ukrayna savaşının yaşandığı Avrupa’da, İsrail'in Filistinlilere ve Suriyelilere yönelik saldırılarının kesilmediği Asya'da meydana gelen korkunç savaşlardan, hem yakın hem de uzak tarafların arkasında durduğu Suriyeli gruplar ile rejim arasındaki kanlı çatışmadan, ölüm, bilgisizlik ve yıkım yayan DEAŞ’dan bahsediyor. Şimdi de toplar, bombalar ve hava saldırıları Sudan'daki yoksul, masum sivillerin peşine düştü. Çocukları sırtlarında, ellerinde kalan birkaç eski elbise ve kuru ekmek kırıntılarıyla kadınlar hayatta kalmak için dört bir yana koşuyorlar. Arkalarında ağaçlar, binalar ve her şeyi tamamen yok eden bir yıkım var. Korkunç yol arkadaşları umutsuzluk ve korku. Mutlak güce sahip olmanın peşinde koşanlar için masum, zayıf insanların ölmesi hiçbir şey ifade etmiyor.
Afrika’nın batısındaki Sahel ve Sahra ülkelerinde çılgın bir terör hüküm sürüyor. Açlıktan ölmek üzere olan çiftlik hayvanları dışında, silahı veya parası olmayan tüm köyleri katlediyor. Kıtanın doğusunda ise terör, kuraklık ve açlık üçgeni iç içe geçmiş, ölüm hayale dönüşmüş. Sınırsız zenginliklere sahip geniş Nijerya ülkesinde, korkunç “Boko Haram” örgütü kana ve ölüme susamış, reşit olmayan kızları kaçırıyor.
Buna karşılık dünya liderleri, yoksullara yönelik bu korkunç ve kasıtlı soykırım seline karşı bugün ne yapıyor? Şair, yazar ve düşünür Mihail Nuayme şöyle yazıyor; “Sadece yeni ikilemler doğuran yeni ikilemler üretiyoruz, nereye başvuracağımızı ve kimden yardım alacağımızı bilmiyoruz.”
Yazarımız şu anda bedeniyle ve aklıyla New York'taki Birleşmiş Milletler salonunun ortasında oturuyor, işitiyor, görüyor ve yazıyor; “Alay eder gibi BM dedikleri o devasa, kopuk kurumun kürsüsünden, yalnızca o kürsüden, Niagara Şelaleleri’nden daha güçlü şatafatlı konuşmalar dökülüyor. Hepsi de barışı yüceltiyor ve dünya milletlerini ona bağlı kalmaya çağırıyor. Sanki dünya, dinlerin iman edip salih ameller işleyenlere vaat ettiği o cennete girmek üzere.” Nuayme şöyle devam ediyor; “Ne var ki barışın ezgileriyle neredeyse mest olduğunuz ve onları övdüğünüz anda aynı kişilerin, insanları vaatler ve tehditlerle savaşa hazırlanmaya teşvik ettiklerini görürsünüz. Onlara bu çelişkiyi hangi mantıkla haklı gösterdiklerini sorduğunuzda ise tüm küstahlıklarıyla size barışı korumak için savaşa hazırlandıkları cevabını veriyorlar. Peki, toplar barışın muhafızı olabilir mi?”
Düşünür, şair, yazar Mihail Nuayme'nin kitabı, insan sevgisiyle dolu ruhundan akan harflerle yazılmış, nerede olursa olsun ve ne zaman yaşarsa yaşasın insana gönderilmiş bir mesaj. Büyük ve küçük ülkelerin öldürme araçlarına sahip olmak için rekabet ettiği, beslenme, ilaç ve eğitim gibi yaşam gereksinimlerinin üretilmesine, bir arada yaşama ve barış politikasının, kültürünün benimsenmesine ilgi göstermediği, bu ateşli zamanda bize ulaşan bir ruhsal duruluk özü.
Mihail Nuayme, insanlar arasında bir arada yaşama ve barış reçetesini de yazıyor; “Barışın aracı dürüstlüktür, savaşın ise yalan, barışın aracı sadakat, savaşın ise ihanet, barışın aracı güven, savaşın ise şüphedir.” Bilge yazarın, insanı bencilliğin korkunç dürtülerinin ondan uzaklaştırdığı bir yüceliğe yükseltmeyi düşleyen bu insani ruhsal reçetesi uzayıp gidiyor.
Mihail Nuayme, yakın insanlık tarihinin korkunç istasyonlarında durarak şunları söylüyor: “Eğer insanlar sadece 20. yüzyılın son 30 yılında savaş teçhizatlarına ne kadar harcadıklarını rakamlarla hesaplamaya çalışsalar, çıkan rakamlara tahammül edemezlerdi; akılları uyuşur, dilleri tutulur, aritmetik algıları bozulurdu. İnsanlığın son iki dünya savaşının sonucu olan yan savaşlar bir yana, dünya savaşlarında sarf ettiği maddi ve manevi gücün korkunç miktarını ifa edecek bir rakam yoktur. İnsanlığın barış için ne harcadığını sorduğunuzda ise cevabı, bir omuz silkme ya da kaş çatma olacaktır.” Nuayme diyor ki: “Büyük küçük bütün ülkelerde savaş bakanlıkları varken barış bakanlıkları yok. Kabil, kardeşi Habil'in canını aldığından beri, barış yeryüzünde bir sığınak arayıp bulamayan seyyah haline geldi. Savaş ise dünyanın tartışmasız efendisidir.” Nuayme, barış ve savaş arasındaki kalıcı karşıtlığı böyle görüyor.
İnsanoğlunun savaşa olan eğilimi bir süre uykuya dalar, sonra kana susamışlığı katlanmış bir şekilde uyanır. Böylece savaş, kuvvetlerini dağıtarak, kaynaklarını geliştirerek, bu çağda mükemmelliğin zirvesine ulaşana kadar çağlar boyunca hareketlerini organize ederek insanları ayarttı. Bizi ve dünyamızı rüzgârın savurduğu bir tüy gibi yapan bu mükemmelliktir.
Gücün ve zenginliğin insandan daha değerli hale geldiği, sınırlı ve kitlesel imha silahlarının dünyanın geniş bölgelerini doldurduğu bu çılgın şiddet döneminde, zaman bizi sadece tamamen yok olma konusunda uyarmıyor. Orman kanunun egemen olduğu dünyaya döneceğimiz, bedenimiz, aklımız, kaslarımızın gücü ve yorgunluğu, ruhun özlemleri ile kurduğumuz medeniyetin sona ereceği konusunda da uyarıyor.
Nuayme’ye göre çözüm şu: “Ya tüyün ağırlığını artıracağız ya da rüzgârın şiddetini azaltacağız veya ikisini birlikte gerçekleştirerek mükemmel bir şey yapacağız.”
Kitap, akılları yerinden edilmiş ve mülteci olanları böyle kendisine çekiyor. Bir tüy gibi olanları cezbediyor. O tüy ki rüzgâr tarafından sürükleniyor. Kanlı fırtınalar onu kovalıyor. Kuraklık, kasırga, deprem şeklinde patlak veren doğanın gazabının eksik olmadığı dünyayı sarsan trajedilere itiliyor. İnsan hem tüy ve hem de rüzgârda savrulandır.