Ölümcül bir mikrobun insan uygarlığını yok ederek vahşi ve ilkel zamanlara geri götürdüğünün anlatıldığı ‘Kızıl Veba’ romanında salgından kurtulan yaşlı adam, altmış yıl önce hayatın nasıl olduğunu hatırlıyor. Bunu hayatta kalan birkaç kişi arasında olan çocuklara anlatıyor. Ardından hepsi deri giymeye, yay ve ok ile silahlanmaya geri dönüyor.
ABD’li yazar Jack London'ın bu romanında olaylar 2073 yılında, yaşlı bir üniversite profesörünün 2013'te meydana gelen bir salgının trajedisini ve salgından önce yaşayan insanlığın durumunun nasıl olduğunu halen hatırladığı ve üzüntüyle anlattığı Kaliforniya'da geçiyor. Yaşlı adam, dünya ilkel zamanlara dönerken, onun hakkında derin düşüncelere dalarak şöyle diyor:
“Bazen büyük uygarlığımızın en dikkate değer başarısının yiyecek, inanılmaz bolluk, sonsuz çeşitlilik ve harika tatlar olduğunu düşünüyorum. Ah torunlarım! Yemek için bu harika şeylerin olduğu o günlerde hayat gerçekten hayattı” diyor.
Kızıl Veba’daki yaşlı anlatıcı, refaha ulaşmak için gıda bolluğunun önemini, bu lezzetli lüks olmadan kalkınmanın olamayacağını ve ortaya çıkan tüm hastalıklara rağmen yalnızca yiyeceğe erişim kolaylığı nedeniyle insan sayısının arttığına inandığını tekrarlıyor.
Kurbanlıklardan, bayram ziyafetlerinden keyif aldıkça, Batı ülkelerinde lezzetli yemek ürünlerini ve yenilikleri gösteren lüks reklamlar gördükçe, bu bolluğun gerçek ve kalıcı olduğunu düşünürüz.
Jack London bu harika romanı 1912 yılında, yani iki dünya savaşından önce, hatta ölümcül İspanyol gribinden altı yıl evvel yazmış olsa da korkunç sezgisiyle, gıdanın medeniyetlerin şekillenmesinde ve insanoğlunun güvenliğini güçlendirmedeki rolünün önemini, krizlerin ve salgın hastalıkların büyük başarıları nasıl bütünlüklerinden sildiğini ve yokmuş gibi gösterebildiğini yakalayabilmiştir.
20’inci yüzyılın sonunda insan, yeteneği ve zekasıyla açlığı ortadan kaldırdığını ve aynı zamanda cehaleti ortadan kaldırmayı kesin olarak başarmaya başladığını düşündü. Ancak 2018 yılında mali krizin başlamasıyla ve hatta ondan yıllar önce bile, yeryüzündeki milyarlarca insan için yiyecek sağlamanın gittikçe zorlaşan bir iş olduğu görülüyordu. Kovid salgınıyla birlikte sorunlar daha da arttı, tedarik zincirleri bozuldu ve kapanmalar tekrarlandı. Ardından Ukrayna-Rusya savaşı çıktı ve herkese geri çekilmenin sanıldığından daha hızlı olduğunu ve gıdayı güvence altına almanın her zaman apaçık olmadığını hatırlattı. Her yerde gıda azalmış ve fiyatları artmış olsa da savaş sonrası Ukrayna ihracatının kıt olması nedeniyle en büyük tehlike Afrika Kıtası’nda. Bu durum, küresel ticaret üzerindeki daha geniş etkiye ek olarak bir milyar Afrikalıyı etkiledi.
Rusya, Avrupa'yı Ukrayna'dan ithal edilmesine izin verdiği en büyük miktarda gıdaya el koymakla, Afrikalıları bundan mahrum bırakmakla suçluyor ve Ukrayna limanlarından tahıl ihracatını durdurmakla tehdit ediyor. Dünya, Rusya'nın Ukrayna'ya saldırdıktan sonra insanlığın buğday ihtiyacının dörtte birini karşıladığını, Rusya'yı cezalandırmanın, ihracatını engellemenin birçok masum insanı açlığa, işkenceye ve yoksulluğa sürüklediğini öğrenince hayrete düştü. Gıda silahının konumunu ve gücünü anlayan Rusya, gıdanın yarın düşmanlarına karşı savaşların en etkili ve acımasız unsurlarından biri olacağının bilinciyle bu alanı güçlendirmeye devam ediyor.
Rusya bugün yoksulları Ukrayna'nın yiyecek sepetinden mahrum bırakmakla suçlanıyor. Ancak bu iğrenç savaşı o başlatmadı. İran'dan Irak'a, Küba'ya ve hatta Venezuela'ya kadar çeşitli isimler altında hükümetleri üzerinde baskı kurmak için insanları yiyecekten yoksun bırakmaya başvuran birçok Batı savaşı oldu. Zira ne kadar az yiyecek olursa, onu manipüle etmek ve çok amaçlı bir silaha dönüştürmek o kadar kolay olur.
Kızıl Veba romanında olduğu gibi; dünyada ardı ardına gelen felaketler ve hızlı değişimler nedeniyle yiyecek azalmakta ve buğday, mısır, ayçiçeği gibi ürünlere el koyan taraf, cephenin en önemli stratejik noktalarına hâkim olmuş gibi görünmektedir.
ABD sadece dünyanın en güçlü ordusuna ve en sağlıklı ve canlı ekonomisine sahip olduğu için değil, aynı zamanda ilk tarım ürünleri kaynağı ve en fazla besin potansiyeline sahip olduğu için dünyaya hükmetti. Ancak yaklaşık üç yıl önce, gıda ihracatçısı olarak liderlik koltuğundan inerek burayı onlarca yıl yoksulluk ve kıtlık çeken bir ülke olan Çin'e bıraktı. Yalnızca 20’inci yüzyılda, milyonlarca Çinli açlıktan ve yoksulluktan öldü. Bu da tarım alanında ilerleme kaydetmeyi ve nüfusun ihtiyaçlarını güvence altına almayı mucizevi bir örnek haline getiriyor. Bunun yanında Avrupa ve Brezilya da başı çekiyor. ABD'nin su kıtlığı da dahil olmak üzere birçok sorunu var, bu da yakın zamanda liderlik koltuğuna geri dönemeyeceğini gösteriyor.
Çin, gıda üretiminde bir lider haline geldi ve diğerlerinden üstün bir konuma yükseldi. Saf bir kendi kendine yeterlilik elde etmeyi başardı. Gıda güvenliğini sağlamak isteyen bir ülkenin, gıdanın tabakta kalması için tohum, gübre, plastik kap, traktör, böcek ilacı ve ihtiyaç duyulan her şeyi üretebilmesi gerektiği bilinir. Hedefe hızla yaklaşma gereğini bilen ülkelerin çoğunluğunun şimdiye kadar yapamadığı şey buydu.
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, geçtiğimiz mart ayında bir buğday tarlasına yaptığı ziyarette, ülkesinin 120 milyon hektarlık seviyeyi koruması ve 33 milyon hektar daha ekleme yapması gerektiğini söyledi. Çinliler için yiyecek sepeti tamamen yerel olmalı ve Çin bunu başarmayı başaran birkaç ülkeden biri haline geldi.