Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Yalnızlık ve yaşlılık

Sağlık alanındaki birçok bilimsel gelişme sonucunda artık insanlar daha uzun yaşıyor. Ancak uzayan ömürle birlikte bir sonuç daha ortaya çıkıyor; yalnız yaşayan yaşlılar. Ve ömrün uzun olması ile sağlıklı bir yaşama sahip olmak her zaman doğru orantılı olmuyor.

TÜİK verilerine göre, yaşlı nüfus olarak kabul edilen 65 ve daha yukarı yaştaki nüfus, 2017 yılında 6 milyon 895 bin 385 kişi iken son beş yılda yüzde 22,6 artarak 2022 yılında 8 milyon 451 bin 669 kişi oldu. 

Yine TÜİK verilerinden öğrendiğimiz kadarıyla, Türkiye'de 2022 yılında toplam 26 milyon 75 bin 365 haneden 6 milyon 276 bin 433'ünde yaşlı nüfus olarak tanımlanan, 65 ve daha yukarı yaşta en az bir fert bulunuyor.

Buraya kadar bir sorun yok.

Sorun şurada başlıyor: Türkiye'de 1 milyon 632 bin 874 yaşlı tek başına yaşıyor.

Bu veriler 2022 yılına ait, 2023 itibariyle bir miktar daha attığı düşünülüyor.

Yaşını almış insanların bir kısmı, sağlıklı olabilir, yalnız yaşamayı kendi isteğiyle tercih etmiş olabilir. Ancak yardıma muhtaç ve de tabir yerinde ise ömrünün sonuna yaklaşırken yalnız yaşamak zorunda kalan yaklaşık 1 milyon insan var.

Bu konuyla ilgili yapılan birçok çalışmaya göre, Batı ülkelerine oranla, Doğu ülkelerinde yaşlı nüfusun aile bireyleri ile birlikte yaşama oranı daha yüksek. Ancak yaşam şartlarının değişmesiyle, kırsaldan kentlere göç, çalışan nüfus oranının artması, artan bireyleşme ile bu oran düşüyor, bunu da huzurevleri ve yaşlı bakım merkezlerinin sayısının artmasıyla daha net görebiliyoruz.

Sağlıklı koşulları olan huzurevleri, bakım merkezleri elbette kötü değil hatta çok iyi yönleri de var. Ancak yalnız olmadığı halde yine de yalnız sayılabilecek bir ortamda yaşlıların kalması bir miktar yürek burkucu…

Birçok sebebi olabilir, bu sebeplerin çoğu da haklı olabilir ancak yine de yaklaşık 1 milyon yaşlı insanın yalnız yaşamak zorunda oluşu problem olarak kabul edilmese de aslında önemli bir problem.

Dünyanın haline dair günlük konuşmalarımızda yaşamın geleceği için hep gençleri konu ediyoruz, geleceklerini konuşuyor ve onlar için tasalanıyoruz, konuşmalarımız hep Z kuşağı üzerine ancak en az gençler kadar önemli olan “sessiz kuşak” var.

Onlara sessiz kuşak denmesinin nedeni, sadece 1920 ila 1940 arasında doğmuş olmaları değil, dönemleri itibariyle kendilerine olaylarla ilgili “konuşmamalarının” telkin edilmesinden kaynaklanıyor. Bugün de kendilerini maalesef sessiz kuşak içerisinde görmek mümkün. Çünkü 1 milyona yakın yaşlı insanın eğer sesini duymuş olsaydık, yalnız olmazlardı, öyle değil mi?

Batı ve Doğu sadece fiziki coğrafyalar değiller aynı zamanda siyasi, kültürel, ahlaki temsiliyetleri var. Bu anlamda, kültürel kodlar, ahlaki öğreti, yakın aile bağları gibi güzel hasletler, geç modernleşmenin de etkisiyle Doğu insanında daha yoğun ve özellikle vurgu yapılan “ailenin çözülmesi ve buna bağlı toplumun çözülmesi problemi” konusunda hep Doğu’nun, Batı’ya oranla daha iyi durumda olduğu savunulur ancak rakamlara bakınca maalesef durumun böyle olmadığı ortaya çıkıyor. Ve “kazandığımızı” zannettiğimiz bir yerden aslında kaybetmeye başladığımızı görüyoruz. Daha doğrusu görmüyoruz, ama görmek zorundayız. Çünkü…

Çünkü geçmişi olmayanın geleceği de olmaz.

Z kuşağı için bir şeyler yapmak istiyorsak, sessiz kuşak için bir şeyler yapmak zorundayız.

Bu bir şeyler yapma kısmında, her ne kadar sivil toplum, devlet, özel işletmeler ile koordine olmak zorunda olunsa da ilk başta sorumluluk ailelere düşüyor.

Ve elbette her ne kadar geçmişi olmayanın geleceği olmasa da geçmişe, geleceği kurtarmak için pragmatik bir amaçla değil, insanlık adına bir ödev olduğu için elimizi uzatmak zorundayız.

Dürüstçe ifade etmek gerekirse, büyüklerimizin de deyişiyle; rahata alıştık. Ve evet, her insan kendisine ait bir yaşam alanını hak ediyor. Ve büyüklerimiz ile o yaşam alanını paylaşmak kolay değil. Ve o zorlukla başa çıkmanın tek yolu merhamet.

Merhamet, insanı insan yapan şey…

Merhamet, başkasına gösterilerek ona yapılan bir lütuf değil insanın kendisine lütfetmesidir. İnsan olduğunu hissettiği andır.

Bireyleşme, kendi ayaklarımız üzerinde durma, özgürlük, kimsenin sorumluluğunu almak istememek, ellerimizdeki akıllı telefonlar ile hızla akıp giden bir ömür.

Ne için yaşıyoruz?

Bir ağaç dikmeden, bir viraneyi imar etmeden, bir yaşlıya bir yudum su, bir sıcak çorba vermeden, yalnızlığını paylaşmadan, hele ki o yaşlımız, babamız, annemiz, büyükanne ya da büyükbabamız ise, onun ruhuna dokunmadan, onu yalnız bırakarak mı geçip gideceğiz bu dünyadan?

Sonra spor, meditasyon, ibadet, mübarek belde ziyareti, tatil, alışveriş, daha iyi şartlarda bir yaşam ile ruhumuzun açlığını gidermeye çalışıyoruz.

Ama giderilmiyor.

Giderilmez, giderilemez.

Çünkü insan, tabiatı itibariyle medenidir, yani yalnız yaşamaz, yaşayamaz muhakkak bir başka insana muhtaçtır, “her şeyi” olsa bile… ve o başka insan da sana muhtaçtır. Her zaman ama en çok yaşlılığında ve ona gösterilen merhamet, ona gösterilen hürmet, ona edilen yardım, sadece onu değil seni de, beni de, bizi de kurtarır.

Ve tekrara düşmek pahasına belirtmeliyim ki, Z kuşağını dinleyip konuştuğumuz kadar, sessiz kuşağımızı da dinleyip konuşmadıkça, 1 milyona yakın sayıdaki büyüğümüz, ihtiyaç duyduğu zamanlarını yalnız geçirmek zorunda kaldığında, içten içe yoksunluk ve yalnızlık çeken sadece onlar değil biz genç ve orta yaş, yani yaşamak için bir başkasına muhtaç olmayanlar da olacak, hem madden hem ruhen yoksunluk ve yalnızlık çekeceğiz.

Büyüklerimizin olmaları gereken yerlerde değil de bir başına bırakılmış halde olmalarının üzerimizde bıraktığı ağırlığı bilmiyor değiliz, biliyor ama o bilen yerlerimizi duymak istemiyoruz ve susacak sanıyoruz. Hayır, susmayacak, taşı sıkıp suyunu çıkardığın gençliğinde olduğu gibi sana kendi yaşlılığındaki tecrübeni yaşarken de kendisini hatırlatacak. Şimdi mesele şu, o sese kulak verip bir büyüğün yalnızlığını mı gidereceksin yoksa 1 milyon yalnız yaşayan insandan en az birinin ağırlığı üzerindeyken yaşamadığın bir hayatı, yaşadım mı sayacaksın?