Amerikan seçimlerinin garipliklerinden biri de milyonlarca insanın oyunu kazanan adayın kaybedebilecek ve Seçiciler Kurulu’nda sadece 270 oy alan adayın kazanabilecek olmasıdır.
Anayasa, yalnızca başkanı ve yardımcısını seçmek amacıyla her dört yılda bir Seçiciler Kurulu’nun kurulmasını şart koşuyor. Anayasanın İkinci Madde’sinin Birinci Kısmı’nın İkinci Bölümü, her eyaletin yasama organı tarafından belirlenecek şekilde seçilecek seçmenlerin Seçiciler Kurulu’na atanmasını öngörüyor. Şu anda Seçiciler Kurulu’nda 538 seçmen bulunuyor ve mutlak çoğunluğu elde etmek için 270’inin oyu gerekiyor. Bu, seçilmiş başkanın halkın oylarını kaybetse bile kazanmasını sağlayan sihirli sayıdır ki, bu da Amerikan halkının, ABD'nin başkanının kim olacağına karar verme hakkına sahip olmadığını doğruluyor. Aksine, halk oylaması yalnızca Seçiciler Kuruluna ve üyelerine halk adına seçme yetkisi verme sürecidir.
Halk yerine seçme, Amerikan seçimlerini takip eden pek çok kişinin bilmeyebileceği bir gerçek. Kaldı ki, Amerikan seçim tarihinde beş kez yapılan başkanlık seçimlerinin galibi, halkın oylarını alan kişi olmadı.
Hatta bazılarının kendisini okyanusta yüzen bir “çöp adası” olarak tanımladığı için aşağılanmaya ve hakaretlere maruz kalan Porto Riko adası gibi hiç oy kullanmayan eyaletler bile var. Bu da tüm Amerikan halkının oy kullanmadığını teyit ediyor. Formalite olarak oy kullananlar dahi yalnızca Seçiciler Kurulu’nun kendi adlarına karar vermesine izin vermek için oy kullanıyorlar. Bu, seçimin gizli yönüdür, yani Amerikan halkının oylarının çoğunluğunu alan ancak Seçici Kurul'un oylarını alamayan adayın kaybedebileceği gerçeğidir. Aslında başkanı seçenin halk değil, Seçiciler Kurulu olduğunu vurgulamaktadır.
Sandıkla oy kullanmaya dayalı seçim sistemine karşı olan Kaddafi, Yeşil Kitap'ta bu süreci alaycı bir dille şöyle anlatır: “Sessiz saflar, tespih tanelerine benzer şekilde başka kağıtların geri dönüşüm kutularına atılması gibi ellerindeki kağıtları sandıklara atmak için ilerliyorlar.” Bu, “halkın otoritesi” kisvesi altında diktatör yönetimiyle tanınan bir yöneticinin demokrasi mekanizmalarına ve hatta bizzat demokrasiye karşı aşırı bir tavrını yansıtıyor ve gerçeğin özüne dokunsa bile kabul edilemez.
Bir oy verme mekanizması olarak seçim sandıkları, “geri dönüşüm kutusu” gibi çirkin tanımlamalara maruz kaldı, hile ve aldatma için kullanıldığı, sonuçlarının kabul edilemez şekilde kullanıldığı, hatta oyların kaybedildiği ve imha edildiği söylendi. Demokrasinin, halkların kültürüne, demokrasi ve uygulama uygunluklarına bakılmaksızın, Batılı şekliyle tamamen kopyalanıp uygulandığı çevreye coğrafi konuma ve halkın kültürüne bağlı olarak bu tanımlar değişti. Daha önce de söylendiği gibi: “Demokrasi dönüştürülebilir mi? ABD'de ne Obama'nın seçilmesi ne de Trump'ın seçilmesi uzun süredir bölünmüş olan Amerikan ulusunu birleştirmeyi başaramadı. Başkanlık seçimleri, bağımsızlıktan önceki döneme ve Kuzey ile Güney arasındaki iç savaşın bitimine kadar uzanan keskin siyasi ve toplumsal bölünmeler, ulusal düzeyde birlik halinin yokluğu hakkında uzun süredir gizlenenleri ortaya çıkardı. Bölünmeler, ABD içinde keskin bir toplumsal bölünmenin ve aşırı partizanlık nedeniyle, liberaller ile muhafazakârlar arasında bir çatışmanın temellerini attı.
Derin devlet ve iki Amerikan partisinin kontrolünden duyulan korku, ABD'nin gerçek anlamda birleşmiş değil, bölünmüş bir ulus olduğunun önemli göstergeleridir. Donald Trump'ın bir önceki seçimdeki yenilgisi ne demokrasinin ne de Barack Hüseyin Obama gibi farklı ırktan bir başkanın göreve gelmesinin birleştiremediği bölünmüş bir ulusun varlığının delili olabilir. Tüm bunlar liberallerle muhafazakârlar, beyazlarla siyahlar arasındaki uçurumu kapatmayı başaramadı. Siyahlara yönelik saldırılar Amerikan tarihi boyunca tekrarlandı, dahası pek çoğu polis memurları tarafından soğukkanlılıkla öldürüldü.
ABD'de seçimler madem ki partizan bir seçim, bir siyasi proje ve bir uzlaşılar paketi, bu korku ve kaygı neden? Derin devletin varlığı göz önüne alındığında gerçek bundan başkadır. Zira Oval Ofis’te kim olursa olsun her iki parti de aynı yaklaşımı izliyor. Dış politika, birçok stratejik politikada aynı kalıyor. Bu da başkanlık pozisyonunun yalnızca, nükleer çantayı taşıyan başkan rütbesinde bir çalışan olduğunu doğruluyor. Dahası Savunma Bakanlığı'nda kaldığından bu çantanın anahtarlarına ve kodlarına dahi sahip değil ki, bu da onu kilitli bir çantayı taşıyan birinden ibaret hale getiriyor.
ABD’de milyonlarca kişi zaten oyunu kullandı, ancak Amerikan seçim sistemini işleten mekanizma, bir adayın ulusal düzeyde oyların çoğunu kazanmasına rağmen, yine de seçimleri kaybetmesini mümkün hale getiriyor. Zira Amerikalılar ulusal düzeyde değil eyalet düzeyinde oy kullanıyorlar.
Seçiciler Kurulu fikrinin savunucuları, bunun küçük eyaletleri ihmalden koruduğunu ve nüfus açısından daha büyük eyaletlerin başkanı seçme kararını tekellerine almasını engellediğini söyleyerek kendisini haklı gösteriyorlar. Ama bu, başkanın 29 eyaletten kimse onu seçmese de yalnızca 11 eyaletin oylarını alarak kazanabileceği anlamına geliyor. Gerçekten de bu, halkın kendi başkanını seçme hakkını fiilen gasp eden, bunu yeter oy için sihirli 207 sayısının yeterli olduğu Seçiciler Kurulu’nun tekeline veren ve onun asıl kararına dönüştüren Amerikan seçim sistemindeki büyük bir kusurdur. Çok partililik iki partiye indirgenmesine rağmen demokratik çoğulculuğa ulaşmak için gereken çeşitlilik gerçekleşmedi. Dolayısıyla da ABD, ulusun iki köklü parti arasında bölünmesine karşı korunamadı. Bu partilerden hiçbiri, Kurucu Babaların istediği gibi ulusun birliğini yeniden sağlamayı başaramadı, hatta tam aksine, kutuplaşma ve saflaşmayı pekiştirdi. Bu ise sadece siyasi hayatı değil, zor şartlarda birleşen ve Amerikan ulusunun birlik halini koruyamayan federasyonun bir araya getirdiği eyaletler arasındaki birliğin devamını da tehdit ediyor.