Hazım Sağıye
TT

Direniş ve anti-direniş üzerine

Birkaç yıldır ve özellikle Aksa Tufanı'ndan sonra yeni bir ifade öne çıkmaya başladı; “karşı direniş” ya da “anti- direniş.”  Bunu kullananlar, düşünce ve eylemde iki tarafın tek bir mantık tarafından kontrol edildiğini kastetmektedir. İfadenin sahipleri ise, onları iki karşıt konumun “üstüne” yerleştiren yapıyı temsil edenlerin kendileri olduğunu ya da iki pozisyonu yapıştırarak bir araya getirip, sonra da kendilerini ikisinin “arasında” ortada konumlandırdıklarını örtülü olarak öneriyorlar.

Büyük olasılıkla, bu argüman her zaman “ne o ne de bu” kolaycılığı kadar kolaycıdır. Ancak bilgece görünümü aslında siyasete giden yolunun tıkanık olduğunu gösteren diğer yüzünden başka bir şey değildir. Bu tamamen hikmet sahibi olduğu söylenen bir alime fikrini sormak, ardından aktif ve etkili olan diğerlerinden bu hikmetli görüş üzerinde düşünüp onu gerçeğe ve hadiselere dönüştürmelerini istemek gibidir.

Daha da kötüsü, “direniş ve anti-direniş” teorisinin direnişe köken ve temel konumunu vermesi ya da onu ilk tez haline getirmesi, anti-direnişe ise tepki ya da ikinci karşıt tez vazifesini lütfetmesidir.

Gerçek şu ki, devletlerin ve anavatanların varlığının köken ve temel olduğunu veya modern çağda herhangi bir ulusal grup için böyle olması gerektiğini düşündüğümüzde böyle bir sınıflandırma tamamen çökmektedir. Ulus-devletin sınırları dışında kalan her şeye ilişkin pozisyon, bu girişten ve varsaydığı öncelikler sisteminden çıkmaktadır. Direnişe gelince, öncülleri olan Arap milliyetçiliği ideolojilerinden doğan askeri ve güvenlik rejimlerden bu yana, ulusal iç durumla ilgili pozisyonunu ve onunla ilgili kararını, ulus-devletin sınırları dışında olup bitenlere ilişkin pozisyona göre değerlendirir. Dolayısıyla, mevcut devletler sadece geçici idari düzenlemelerden ibaretmiş gibi görünürken, meşruiyet gerçekte var olmayan Arap veya İslami gibi ideolojik bir “ümmetten” sağlanır. Bu anlamda bir rejim İsrail ile savaşmadığı için devrilmeyi ya da onunla savaştığı için övülmeyi hak eder. İbrani devlete karşı mücadelede “hiçbir ses savaşın sesinden daha yüksek olamaz”. 1979'dan bu yana bu kriter, asıl vatanseverin, İsrail ile savaştığı sürece ülkesinde İran'ın nüfuz sahibi olması konusunda istekli kişi olduğunu belirten başka bir kriterle beslenmektedir.

Gerçek şu ki, mevcut savaştan önce ve hatta birçok “önemli” ve “ulusal” savaştan önce, Hizbullah’ı kınayan ve ondan önce de Maşrık’taki (Levant) despot polis rejimlerini kınayan bir görüş vardı ve geniş bir kesimi kapsıyordu. Bu görüş sadece söz konusu tarafların iç politikalarının kötülüğünden kaynaklanmıyordu, aynı zamanda bu politikaların, ister doğru ister yanlış olsun, mümkün olan en geniş ölçüde sınır ötesi unsura öncelik vermesinden de kaynaklanıyordu. Bu ikisinin bir arada tek bir kavramsal ve siyasi sistem içerisinde yer alması nedeniyle birbirinden ayrılması mümkün değildir. “Ne o ne de bu” diyenlerin iddiası, Hizbullah ve müttefiklerinin “gerçekte” İsrail ile savaşmadığıysa, o zaman bu iddia bugün çok geçersiz görünüyor. Çünkü Hizbullah onunla savaşıyor ve sorun tam da Hizbullah’ın İsrail ile savaşması ve böylece onunla savaşının, bizim öldürülmemizi tamamlayan diğer yön olmasıdır. Hakim bir öncelik ve kriter olarak “İsrail ile savaşma” ilkesine ilişkin doğrudan bir duruşu gerektiren de budur.

Başka bir deyişle, Filistin hakkına ve devletine ahlaki, insani ve kültürel bağlılık başka bir şey, belirli bir ülkede halkın iradesini küçümseyen bir savaşa girişmek başka bir şeydir. Aynı şekilde, sürmekte olan savaş suçlarının damga vurduğu İsrail vahşetinin en üst seviyede kınanması, bu vahşeti ulusal iç kesimlere “yurtseverliğin” bir koşulu olarak dayatmamalıdır. Bu ayrım ile “destek savaşı”na ilişkin tutum, yani ayrıntılı uygulamalar olarak değil bir ilke olarak bizzat kendisine karşı tutum, egemen bir norma dönüşür. Çünkü kendisine verilen onay egemen bir ulusal konumdan destek bulmuyor, ama yaygın anlamlarıyla dünyaya yönelik milliyetçi, dini veya popülist yaklaşımlardan  büyük destek buluyor.

Büyük olasılıkla “ne o ne bu” teorisi, ulus-ötesi milliyetçiliğin ve belki de dinin hâlâ önemli bir rol oynadığı bir dünya yorumu ile vatanseverlik, adalet ve özgürlük özlemlerini birleştiriyor. Ama fiili gerçeklik iki öncelik arasında bölünüyor ve bunları bir araya getirmenin imkânsız olduğu gün geçtikçe netleşiyor. O zaman “ne o ne bu” teorisi, sağa sola dağıtılan kınamalarla dolu vaazlara daha yakın oluyor.

Bu durumda örneğin İsrail'e güvenmek anlamına geldiği için, Hizbullah'ın İsrail saldırıları sonucunda zayıflaması ile birlikte Lübnan devletinin bu zayıflığın bıraktığı boşlukları doldurmak için bir adım atmaması mı gerekiyor? Devlet meşruiyetinin havaalanına, limana ve diğer tesislere genişletilmesi, bu genişleme İsrail eylemlerinin yol açtığı askeri olaylardan faydalandığı için ret mi edilmeli? Buna ek olarak, Hizbullah'ın silahsızlandırılması ve İsrail ile savaşıp savaşmadığı bir yana Hizbullah ve herhangi bir tarafın silahsızlandırılması ilkesi ne olacak?

Bu gibi pratik sorular karşısında direniş ile anti-direniş arasındaki fark netleştiği gibi, bunları uzlaştırmanın, aynı şekilde onları daha üst bir bütün haline getirmenin veya ikisinin ortasında durmanın imkânsızlığı da ortaya çıkıyor. Kan ve yıkımla yaşanan olaylar sadece buna birer delildir.