Roma'nın bütün imparatorları halk tarafından sevilmek isterlerdi; çünkü bir nefret anında halkın tahtlarını devirebilecek bir tehdit haline gelebileceğini bilirlerdi. Bunun için onu, içeride ve dışarıda düşmanlarıyla savaştıklarına inandırmak için çok uğraştılar. Çin devlet Başkan Mao Zedong bunu daha da geliştirerek destekçilerine “düşmanınızı ve dostunuzu tanıyın” dedi. Burada iç düşman elbette, Mao Zedong'un halkın düşmanı olarak tasvir ettiği seçkinlerdi. Dış düşmana gelince, genişlemek isteyen bir ülke için kendisini tanımlamak zor değildi. ABD Başkanı Donald Trump da liberal elitleri içerideki düşman, Çin'i ve dünyadaki diğer ülkeleri dışarıdaki düşman şeklinde tanımlayarak tam olarak bunu yaptı. ABD'nin eski ihtişamını yeniden kazanmak için Amerikalıların çoğunluğunu liberalizme ve küreselleşmeye karşı kışkırttı ve Çin ile birlikte ABD'yi sömüren dost ülkeleri sert bir şekilde hedef aldı. Amerikalılardan sabırlı olmalarını istedi; çünkü onlarla mücadelesi uzun sürecek ama sonunda zafer onların olacak.
İçeride Trump, Roma imparatorlarının başaramadığını başardı; iktidarının ilk 100 gününde ABD’nin tek bir damla kanı akmadan dünyayı altüst etti. Trump, ilk başkanlık döneminde bir imparatorun, kendisini seven ve ondan korkan seçkinleri olmadığı sürece imparator olamayacağını öğrendi. Machiavelli de Prense bunu öğütler: “Onların sizi hem sevmeleri hem de sizden korkmaları en iyisidir”, ancak ikisini birden yapamadıysanız “korkmaları” sizin için daha güvenlidir. Ama Machiavelli korkunun nefrete dönüşmemesi konusunda da uyarır. Trump bu denklemi çok iyi kavramış; bütün bakanları ve danışmanları onu seviyor ve ondan korkuyorlar; çünkü biliyorlar ki, kendisine itaatsizlik ederlerse, onları görevden alıp uzaklaştıracak. Nitekim eski yetkililere sağlanan güvenlik korumasını kaldırmaktan ve böylece hayatlarını tehdit etmekten çekinmedi. Kendisine karşı duran büyük hukuk bürolarını kendisine boyun eğmeye zorladı. Hatta kendisini seçen halkı savunduğunu ileri sürerek, Amerikan mahkemelerinin kararlarını bile görmezden geldi. Sonra ABD için alışılmadık olan bu davranışları ile kurumları altüst etti. Yine de popülaritesi gerilemedi, aksine refahlarını bozan ve işlerini ellerinden alan elitlerle mücadele ettiği için işçi sınıfı ona inanmaya devam etti. Facebook, BlackRock, Amazon ve diğer büyük şirketlerin sahiplerini, daha önce olduğu gibi hızlı kâr arayışıyla yurtdışına yatırım yapmak yerine, ABD'ye milyarlarca dolar yatırım yapmaya zorladığını bizzat gördüler. Trump iki zafer elde etti; kitlesini memnun etti, zenginleri tehdit ederek, yardım ve vergi indirimleriyle cezp ederek gönüllerini kazandı.
Dışarı ile ilgili verdiği sözleri de tuttu; herkese çok yüksek oranda gümrük vergisi getirdi ve bu da finans piyasalarını sarstı. Ardından bir grup ülkeye yönelik vergi oranlarını azalttı, bir diğer gruba, örneğin Çin’e yönelik vergi oranlarını ise yükseltti ve müzakere çağrısı yaptı. Bu ülkelerin çağrıya karşılık verecekleri kesindi; çünkü ABD, dünya mallarının tüketici pazarıdır. Kissinger'ın yerleşmesini sağladığı denkleme göre, uluslararası işlemler dolarla yapıldığı sürece artan dış ticaret açığı sorun değildir, çünkü dünyanın dolar cinsinden gelirleri ABD'ye geri döner, oradaki piyasalara ve gayrimenkullere yatırılır, sonra ABD doları tekrar dünyaya ihraç eder. Ancak şimdi Trump ithalatı azaltarak ve doların değerini düşürerek bu denklemi değiştirmek ama bunu yaparken de doların küresel ticaretin para birimi olarak kalmasını sağlamak istiyor. Yani pastayı hem yemek hem de kendine saklamak istiyor ki bu imkânsız!
Ukrayna'da da dostlarını ve düşmanlarını şaşırttı; Ruslara teşvikler sundu, Avrupalılara ise düşmanca davrandı. Avrupalı liderler onunla aralarındaki anlaşmazlığın derinliğinin farkına vardılar. Onunla ne demokrasi ve insan hakları konusunda ne de Avrupa için tehdidin Rusya değil, liberal değerler olduğunu açıklamasından sonra güvenlik kavramı konusunda artık fikir birliğinde olmadıklarını anladılar. Putin’i yanına çekmek için Ukrayna'ya baskı yaptı. Kendisine yatırım avantajları sağlayacak, Ukrayna’yı kendini savunmak için yaptığı silah alımlarının parasını ödemek zorunda bırakacak şekilde, Rusya ile çatışma bölgelerinde kendisi ile ticaret ortaklığı anlaşması imzalamaya zorladı. Böylece savaşın mali yükünü azalttı ve Avrupa'yı kendi güvenliğini düşünmeye başlamaya zorladı. Bu şekilde John Kennedy'den Joe Biden'a kadar Amerikan başkanlarının başaramadığını başardı. Avrupa şimdi Rusya'ya karşı ABD’siz bir Avrupa askeri ittifakı kurmayı düşünüyor. Öte yandan Rusya, Devlet Başkanı Vladimir Putin ABD'yi sınırlarından uzaklaştırmayı Ukrayna'ya karşı savaşının tek gerekçesi olarak sunsa da ABD'nin Ukrayna-ABD Yatırım Ortaklığı Anlaşması ile sınırlarına doğru ilerlemesini kabul etti. Trump, Putin'i ve Avrupa'yı kendi lehine böyle değiştirdi.
Ortadoğu'da Trump denklemi değiştirmeyi başardı, İran'ı müzakereye zorladı ve milislerini dağıttı. Türkiye ve Körfez ülkeleriyle iletişim kurarak Amerikan askerleri olmadan Amerikan şemsiyesi altında güvenli bir bölge oluşturulmasını sağladı. Şimdi Nobel Barış Ödülü'nü kazanabilmek için Arap-İsrail ihtilafını çözmeye odaklanmış durumda. Çin'i ekonomik olarak kuşatmaya devam ediyor ama onunla askeri bir savaşa girmeyecek çünkü risklerin farkında. Bir keresinde eski güvenlik danışmanı John Bolton'a şöyle demişti: “John, şu küçük kalemtıraşa ve şu masaya bak; birincisi Tayvan, ikincisi Çin.” Bununla şunu demek istiyordu; coğrafya kendini dayatır, küçük bir kalemtıraş uğruna onu zorla değiştirmek boşunadır.
Trump yönetiminin ilk 100 gününde dünyayı sarstı ve parametrelerini değiştirdi. Dostlar düşman, düşmanlar dost oldu. Gelecek ise tahmin edilemez, çünkü tarih bize imparatorların yönettiği dünyanın çok bulutlu ve tehlikeli bir dünya olduğunu öğretti.