Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

En kanlı bölgeler

Avrupa'da yaşanan Ukrayna savaşını saymazsak, bugün dünyanın en kanlı bölgeleri başta Gazze, Sudan, Yemen ve Suriye olmak üzere Ortadoğu'da. Ekim 2023 savaşı ve sonrasında yaşananlarla birlikte Gazze Şeridi, bugüne kadar yüz binlerce kişinin ölümüne ve yaralanmasına yol açan dünyanın en kanlı bölgelerinden biri haline geldi.

Sudan, Darfur ve Hartum'da, Sudan ordusu ile Hızlı Destek Kuvvetleri arasındaki savaş on binlerce kişinin ölümüne ve 1 milyondan fazla insanın yerinden edilmesine neden olarak Sudan'ı dünyanın en kanlı bölgelerinden biri haline getirdi. Suriye'de, iç savaşın şiddeti 2012-2015 dönemine kıyasla gerilemiş olsa da özellikle kuzeyde çatışmalar devam ediyor ve ciddi bir tehdit oluşturuyor. Yemen ise Suudi Arabistan-Husi müzakerelerinin ardından nispeten sakinleşmiş olsa da her gün onlarca kişinin ölümüne neden olan açık bir yara olmaya devam ediyor. Dolayısıyla, eğer bakış açımızı genişletirsek, doğrudan anlamıyla en kanlı, yani kısa süre içinde yaşanan ölüm sayısı açısından en kanlı bölgeler Arap veya İslam coğrafyasındadır.

Bundan ötürü bölgede yıllardır ve bazı durumlarda görünüşte hiç bitmeyecekmiş gibi görünen tüm bu kan dökümünün neden yaşandığını sormak gerekiyor. Sebepleri incelediğimizde, en belirgin etken jeopolitik coğrafyadır. Bölge Asya, Avrupa ve Afrika arasında kadim dünyanın merkezinde yer alıyor, bu da onu binlerce yıldır büyük güçler arasında bir rekabet arenası haline getirdi. Bu bölgede bulunan muazzam kaynaklar üzerindeki rekabet çatışmalara yol açıyor. Ayrıca, uluslararası ticaret yolları üzerinde yer alan konumu, dünyanın enerjiye bağımlılığı ve ayrıca Süveyş Kanalı, Hürmüz Boğazı ve Babu’l Mendeb Boğazı'nın varlığı, bunların hepsi uluslararası ticaret ve jeopolitik çatışmanın hayati düğüm noktalarıdır. Ortadoğu, dünyanın en büyük petrol ve gaz rezervlerine sahip ve bu zenginlik, bölgeyi büyük güçlerin hedefi ve ister eski güçler ABD ve Avrupa, ister yeni güçler Çin ve Rusya arasında olsun bir rekabet alanı haline getirdi. Öyle ki bazı yazarlar, petrolün bir “zenginlik laneti”ne dönüştüğüne inanıyorlar, çünkü istikrar ve kalkınma sağlamak yerine, örneğin Libya'da olduğu gibi savaş, yolsuzluk ve dış bağımlılığın nedeni haline geldi.

Başka yerlerde, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünün ve bölgenin 1916 Sykes-Picot Anlaşması olarak bilinen anlaşmayla İngiltere ve Fransa arasında bölüştürülmesinin ardından sınırları çizen sömürge mirası, bir diğer önemli neden. Zira sınırlar dini ve etnik çeşitlilik gözetilmeksizin keyfi bir şekilde çizildi ve bu durum da bölgede yaşayan çeşitli azınlıklarla çözümsüz sorunlar bıraktı. Zaman zaman savaşlara veya iç çatışmalara dönüşen ve dış müdahaleye olanak tanıyan kronik iç gerilimler yarattı.

Tüm bu çatışmaların ardındaki temel soruna gelince, “Arap siyasi düşüncesi”nin zihninde üç daire arasında istikrarsız bir şekilde dönen fikirdir. Bu üç daire ulus-devlet, milli devlet ve ümmet devlettir. Ortadoğu’nun sorunlarının çözümünün ümmet devlet, yani ulus veya milli devletin üstünde bir devlet olduğuna inanan siyasi gruplar var. Bu düşünce, İslam'ı temel alan ve daha büyük bir İslam devletinden bahseden radikal gruplar tarafından benimseniyor. 19. yüzyıl Avrupa düşüncesinin bir ürünü olan ulus-devlete gelince, bazıları onu bölgeye uyacak şekilde geliştirmeden benimsedi. Böylece ulus-devlet ile milli devlet arasında, savaşları ve ulus-devletin işlerine açıkça müdahaleyi tetikleyen bir örtüşme oluştu. Daha da önemlisi, vatandaşlık ve coğrafyaya dayalı ulus-devlet kavramının olgunlaşmamasına neden oldu.

Bu belirgin sebeplere diğerleri ve özellikle de Arap-İsrail çatışması ekleniyor.1948'de İsrail Devleti'nin kurulmasından bu yana, Filistin-İsrail çatışması önemli bir şiddet ekseni haline geldi. Bu çatışma, birçok ülkede sayısız siyasi çalkantıya ve Arap siyasi düşüncesinde bölünmeye yol açarak, büyük bir kısmını ikili ve muğlak hale getirdi.

Sağduyulu bir siyasi yönetimin yokluğu, 21. yüzyılın ikinci on yılında Arap Baharı olarak bilinen süreci doğurdu. Ekonomik ve toplumsal krizlerle körüklenen bu büyük patlama, bölgeyi etkilemeye devam eden bir dizi tepkiye yol açtı.

Ortadoğu'daki her bölgesel savaş, dökülen kanı artıran ve çatışmaları uzatan bir vekalet savaşına dönüşüyor. Ne yazık ki, Sudan’daki savaş gibi bu savaşların bazılarına küresel olarak ilgi gösterilmiyor; bu nedenle Sudan vatandaşları devam eden çatışmanın ağır bedelini ödüyor.

Ortadoğu, doğrudan veya dolaylı olarak en kanlı bölge olmasına rağmen, dikkat çeken nokta, bu konuyu inceleyen, bu büyük çatışmayı çözmek için bir yol bulmaya çalışan veya çatışmayı kontrol altına alacak kurumlar düşünen aktörlerin yokluğudur. Bölgesel kurumlar etkisiz ve uluslararası kurumlar, bu bölgedeki çatışmaları çözmek için doğrudan müdahale etmelerini engelleyen kendi kaygılarıyla meşguller.

Bu nedenle, bu sorunu ele almak ve çözümler veya çözüm için ilk adımlar sunmak amacıyla iyileşmeyi destekleyenlerin girişimde bulunacağı bir Arap konferansı çağrısı yapmak hayati önem taşıyor. Çünkü bu çatışmanın devam etmesi, radikal güçlerin siyasi gündemi yönlendirmesine olanak tanıyor ve bunlar da şiddetten başka bir şey bilmiyorlar!

Son söz; savaşlar insanların zihinlerinde başladığından, barışın savunması da insanların zihinlerinde inşa edilmelidir (bu söz Paris’teki UNESCO Genel Merkezi’nin kapısındadır).