Bu makale, karşıt krizlerin görünüşte çatışan ancak nesnel olarak birbirini tamamlayıcı iki projeyi nasıl beslediğini, yani işlevsel karşılıklı bağımlılık veya iki kutup arasında işlevsel karşılıklı destek olarak bilinen olguyu, bir tarafın diğerini işlevi veya hedefleri açısından nasıl etkilediğini ama aynı zamanda, taraflardan hiçbirinin nasıl hedeflerine tam olarak ulaşamadığını ve krizin çözümsüz kaldığını açıklayan bir mekanizmayı anlamayı amaçlamaktadır. İlk bakışta, iki taraf da aralarında doğrudan bir iş birliği olmayan düşmanlardır. Dahası ilişkileri karşıtlığa dayanmaktadır ve her iki taraf da karşı tarafın varlığından siyasi, ideolojik veya güvenlik avantajları elde etmektedir. İki taraf düşman olduklarını iddia etseler bile, her biri diğerinin pozisyonlarından faydalanmaktadır.
Ortadoğu bölgesi, onlarca yıldır ideolojilerin jeopolitikle ile iç içe geçtiği ve bölgesel projelerin bölge devletlerinin ulusal yapılarıyla çatıştığı bu denklemin içinde yaşıyor. Bu sahnenin merkezinde, Tahran ve Tel Aviv arasında çarpıcı bir denklem öne çıkıyor; İsrail'in Filistin ve çevresindeki bölgelere yönelik saldırgan politikası şiddetlendikçe, İran'ın bölgedeki söylemi yoğunlaşıyor ve İran'ın etkisi, bağlantılı milis gruplar ve örgütler aracılığıyla daha da genişliyor. İsrail ise bu kutuplaşmayı, saldırgan güvenlik ve askeri politikalarını meşrulaştırmak için kullanıyor.
Böylece, iki taraf arasında işlevsel bir karşılıklı bağımlılık oluşuyor ve biri farkında olmadan diğerinin projesini besliyor. Her iki eylem de Arap dünyasının istikrarını tehdit ediyor ve Filistin davası giderek daha belirgin tehlikelere maruz kalıyor.
İran,1979'dan itibaren siyasi kimliğini “direniş” kavramı etrafında şekillendirdi ve bunun sonucunda “direniş ekseni” olarak bilinen kavram ortaya çıktı. İsrail ise doktrinini, özellikle İran nükleer tehdidi başta olmak üzere komşularından gelen “varoluşsal tehdit” temelinde şekillendirdi. Bu iki ideoloji, görünürdeki karşıtlıklarına rağmen, karşılıklı bir bağımlılık yaratıyor. İran’ın toplumunu sürekli seferberlik içinde tutmak ve dışarıda milislerinin yayılmasını meşrulaştırmak için bir düşmana ihtiyacı var. Öte yandan İsrail’in de toplumunu seferber etmek için ciddi bir tehdide ihtiyacı var. Dolayısıyla, bir tarafın politikaları diğer taraf için stratejik bir zorunluluk haline geliyor.
İsrail'in son iki yıldaki eylemleri -Gazze'deki soykırım ve yerleşim yerlerinin genişletilmesi- Arap kamuoyunun geniş kesimlerini öfkelendirdi. Bu öfke, projesini pazarlamak, hoşnutsuz Arap toplulukları yanına çekmek, onları kendi ülkelerine karşı kışkırtmak ve böylece Arap kamuoyunda bir ret dalgası yaratmak için İran'a hammadde sunuyor. Bu topluluklar, iki tehdidi eşitlemeyi reddediyor ve ilkini varoluşsal bir tehlike, ikincisini ise yalnızca potansiyel bir gelecek tehdidi olarak görüyor. Bu noktada Arap kamuoyu birini diğerine önceliklendirme tuzağına ve boyun eğme ağına düşüyor.
Suriye'nin “direniş ekseni” denkleminden çıkması, bölgedeki nüfuz ağını yeniden çizdi, İran projesini sekteye uğrattı ve Hizbullah'ı zor bir duruma soktu. Dahası, İran ekonomisi tükenmiş durumda ve geriye sadece Yemen'de Husiler ve Irak'ta İran yanlısı milisler kaldı.
Arap ulus-devletinin iki devletli çözüm çabası kapsamında sunduğu proje hem İsrail hem de İran tarafından reddediliyor. Her biri kendi yöntemiyle bunu reddediyor ve her ikisi de Arap ulus-devletini zayıflatmak ve meşgul etmek için mezhepsel ve etnik gerilimleri kışkırtmaya çalışıyor. İsrail azınlıkları destekliyor, İran da öyle; her ikisi de durumdan faydalanmaya çalışıyor.
Cevaplanması gereken soru şu: Bu işlevsel karşılıklı bağımlılık ne zaman ve nasıl zayıflatılabilir veya ortadan kaldırılabilir? Cevap, özellikle Filistin meselesi ve Avrupa başkentlerinde giderek daha fazla tanınan, Washington'da da örtük olarak tanınan iki devletli çözüm konusunda aktif Körfez diplomasisinin yükselişinde yatıyor. Bu tanımaların arkasında ise Batı'nın İsrail'e koşulsuz Amerikan desteği konusundaki duyarlılığının zayıflaması yatıyor. Bu nedenle, Güvenlik Konseyi'nin son kararı, “yıllarca süren durgunluğun ardından yeni bir siyasi süreç başlatma yönündeki Amerikan çabalarını” memnuniyetle karşıladı. Yeni siyasi süreç iki devletli çözüme dolaylı bir göndermedir. Dahası, Suudi Arabistan Veliaht Prensi'nin Washington ziyareti, Amerikan yönetiminin bölgedeki temel krizleri çözmenin önemini daha iyi anlamasını sağlıyor. Onaylanan son karar, diğer maddelerin yanı sıra zorla göç ettirmeyi engelliyor ve birleşik bir Filistin varlığını garanti altına alıyor.
Arap diplomasisinin BM ve Güvenlik Konseyi aracılığıyla uluslararası sahneye taşıdığı Filistin devleti mücadelesi, en önemli mesele haline geldi. Uzun tarihinde ilk kez, BM belgelerinde tanımlandığı gibi, uluslararası tanınma yoluna girdi. Bu, iki rakip projeyi zayıflatabilir, çatışmayı sürdürmek için gereken yakıttan mahrum bırakabilir, Arap kamuoyunun manipüle edilmesine son verebilir ve bölgede barışı sağlayabilir.
Yeni denklem, yalnızca Arapların çabasını değil (ki bu zaten devam ediyor), aynı zamanda Filistinlilerin de iç güç mücadeleleri döngüsünden kurtulma, uzun zamandır beklenen ulusal bir mutabakat oluşturma, dünyayla etkileşime girebilecek ortak bir siyasi program üzerinde anlaşma, Arap çabalarını destekleme, fraksiyonlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için mutabık kalınmış bir mekanizma kurma ve Filistin ulusal meşruiyetini yenileme için çaba göstermesini gerektiriyor.
Filistin Ulusal Otoritesi’nin reformu uzun zamandır devam eden bir talep olmasına rağmen, halen yerinde sayıyor ama Filistin devletinin uluslararası alanda tanınmasıyla birlikte bir zorunluluk haline geldi. Söylemlerde ise insan hakları ve uluslararası hukuk dili kullanılmalı, zira bu dil, sempatizan küresel kamuoyunu etkileyecek ve devleti yönetebilecek bir Filistinli ortağın var olduğuna dair ikna edici ortam yaratacaktır. Ancak o zaman Arapların çabaları hedeflerine ulaşmaya daha da yaklaşacaktır.
Sonuç olarak; ilişki, her iki tarafın da diğerinin politikalarından faydalandığı, açıklanmamış bir işlevsel çerçeve içinde işlemektedir.