Sonbaharın başlamasıyla birlikte ABD, Beyaz Saray’a doğru yarışa giriyor. Bir yandan Demokrat ve Cumhuriyetçi partiler arasında, diğer yandan Donald Trump’ın adaylığı konusunda Cumhuriyetçiler arasında keskin ve benzeri görülmemiş siyasi bir çekişme söz konusu. Bu sürecin dikkat çekici yanı, rekabetin şiddetli olup bu pozisyona gelen en yaşlı kişi; yani, ikinci dönem için aday olmakta ısrarcı olan (kazanırsa ikinci dönem sonunda 86 yaşında olacak) mevcut Başkan Joe Biden ile skandallarla, hakkındaki iddianamelerle ve göz ardı edilmesi zor azil süreçleriyle lekelenmiş ABD tarihinin en tartışmalı başkanı olan Donald Trump arasında olması.
Biden’ın yaş faktörünün yanı sıra rakiplerinin atmaca gibi beklediği tekrarlanan gaflarını görmezden gelmek zor. Cumhuriyetçi Ulusal Komite (RNC) Biden’ı “Gerçeklikten o kadar kopuk ki, kriz üstüne krize yol açtıktan sonra kendisini dört yıl daha bu pozisyona layık görüyor” şeklinde tanımlıyor. Öte yandan, Georgia eyaleti yetkililerine teslim olan ve hakkında tutuklu sanıklara yapılan işlemlerin yapıldığı ilk başkan olan Trump’ın hakkındaki skandallar ve suçlamalar yığınının üzerinden atlayıp geçmek de zor. ABD büyüklüğünde, gücünde ve gelişmişliğindeki bir toplum ve devletin, başkanlık koltuğu için zenginliğini, çoğulculuğunu ve demokrasisini gerçek anlamda yansıtan farklı seçenekler çıkaramamasını anlamak da güç. Washington DC’deki siyasi merkez, bu ulusun gerçekliğinden tamamen kopmuş durumda.
Şu anda sadece Biden’ın adaylığı sabit. Karşısına Cumhuriyetçilerden Trump’ın mı yoksa başka birinin mi çıkacağı net değil. Trump’ın partisinin dışında kampanya yaparak bağımsız olarak aday olup olmayacağı, bunun olması halinde bu adımın Trump’a ve partisine nasıl yansımalarının olacağı ve kampanya döneminde ve 2024 Kasım ayına kadar yargılamaların getireceği değişkenlerin kendisini ne yönde etkileyeceği henüz belli değil. Bunların ışığında, başkanlık döneminin neredeyse üçüncü bir dünya savaşına dönüşecek olan Ukrayna savaşı başta olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki büyük olaylara tanık olması göz önüne alındığında, Biden’ın şu ana kadarki performansını incelemek faydalı olacaktır.
Birazdan Washington’un Biden dönemindeki başarılarını sayacak olmamız bu dönemde yapılan hataların ve yanlışların üzerini çizeceğimiz anlamına gelmiyor. ABD’nin Afganistan’dan utanç verici bir şekilde çekilmesi, ABD istihbaratının Moskova’nın Ukrayna’ya saldırma niyetini doğrulayamamasına ilişkin söylentiler, İran yönetiminin istikrarı sarsan kötü eylemleri ve uranyum zenginleştirmede aşırıya gitmesi ve ABD’nin müttefikleri ve Arap ortaklarıyla tarihi ilişkilerini zayıflatıp onları savunma konusunda geri durması bu yanlışların önünde geliyor.
Gelgelelim, Ukrayna savaşı başlı başına Biden’a büyük bir prestij sağladı. Savaşın başlangıcından itibaren, Ukrayna’nın Rus ordusu karşısındaki yenilgisi sonucu Avrupa ve dünya çapında meydana gelebilecek sonuçların ne olabileceğine dair kararlı ve net bir vizyon sergiledi. Biden yönetiminin bu mevzudaki politikası, Avrupalı liderlerin kararlılığının ve güveninin yeniden canlanmasına katkı sağladı ve Moskova’ya karşı sağlam siyasi duruşları için bir teşvik oluşturdu. Ayrıca savaştan önce beyin ölümü gerçekleşmiş bir oluşum olarak anılan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) ruhunu yeniden canlandırdı ve uzun bir soğukluğun ardından Atlantik’in iki yakası arasındaki ilişkiyi güçlendirdi. ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı askeri ve mali yardımın boyutuna hızlıca bakıldığında, Washington’un savaşın başlangıcından bu yana Kiev’in en güçlü askeri ortağı olduğu görülüyor. ABD, toplamda 42 milyar doların üzerinde silah ve teçhizat sağlayarak, Avrupa Birliği’nin (AB) sunduğu yaklaşık 15 milyar dolar ve İngiltere’nin sunduğu 8 milyar dolarlık desteği geride bıraktı. Ayrıca, ABD’nin finansmanıyla AB’nin üretim kapasitesini artırmak ve mevcut mühimmat ve füzelerdeki eksiklikleri gidermek için önlemler alındı. Burada belirtilmesi gereken bir diğer önemli husus, Washington’un müttefiklerine ve ortaklarına sunduğu ‘Rapid Dragon’ sistemidir. Bu sistem, uzun menzilli hava-kara füzelerini taşımak için geleneksel olarak kullanılan ve müttefiklerin sahip olmadığı savaş uçaklarına ihtiyaç duyulmadan, basitçe askeri nakliye uçaklarıyla bu tür füzelerin indirilmesine olanak tanıyor.
Öte yandan Biden yönetimi Asya meselelerine ayrı bir önem verdi. Bunun en bariz göstergesi, 2021’de duyurulan ABD-İngiliz-Avustralya üçlü AUKUS ittifakı çerçevesinde yapılan yaklaşık 245 milyar dolarlık Avustralya nükleer denizaltı anlaşmasıdır. Bu, Çin'in Hint-Pasifik bölgesindeki artan askeri gücüne karşı bir adım olarak değerlendiriliyor. Buna ilaveten, iki hafta önce ilk kez Washington yakınlarındaki Camp David’de ABD, Japonya ve Güney Kore arasında ortak güvenlik sorunlarını, özellikle de Kuzey Kore’nin ‘kışkırtıcı’ faaliyetlerini ve Çin’in tehditlerinin tırmanmasını ele almak üzere üçlü bir zirve düzenlendi.
Ortadoğu’ya gelince, Biden yönetimi, görev süresinin başında yaptığı hataları ve Barack Obama’nın geri çekilme politikalarını tersine çevirmeye çalıştı. Bölgeye yaptığı ilk ziyarette, özellikle de Mısır, Ürdün ve Irak’ın yanı sıra Körfez ülkelerinin liderleriyle bir araya geldiği Suudi Arabistan şehri Cidde’deki bölgesel zirvede Biden, ülkesinin bölgede oynadığı role olan bağlılığını vurguladı. Buna ek olarak, İran’la müzakerelere dönerek İran’ın nükleer faaliyetlerini durdurma ve nükleer silahlara sahip olmasını engelleme ve bu programı durdurmaya yönelik herhangi bir İsrail askeri müdahalesini önleme kararlılığını da yineledi. İran’ın Körfez sularındaki faaliyetlerine karşı koymanın yanı sıra genel olarak bölgenin güvenliğinin korunmasında ABD’nin rolünü harekete geçirmeye ve ABD askeri varlığının birçok yönden güçlendirilmesine de dikkati çekti.
Washington, İbrahim Anlaşmaları’nı güçlendirmeye de çalıştı. İsrail’in yanı sıra normalleştiği dört Arap ülkesini (Mısır, BAE, Fas ve Bahreyn) bir araya getiren 2022 Negev Zirvesi’ne katıldı. Ayrıca ABD’nin, İsrail’deki sağcı hükümetin tehlikesinin farkında olması ve Filistinlilere yönelik uygulamalarından ve yerleşim politikalarından ciddi anlamda rahatsız olduğunu birçok vesileyle ifade etmesi dikkat çekicidir. Öte yandan ABD’nin, Lübnan ve İsrail arasındaki deniz sınırlarının çizilmesine katkı sağladığına da işaret etmek gerekir. Buna ilaveten, birden fazla hedefi olan kuzeydoğu Suriye’deki rolünün devam ettiğinin de altını çizmek önemli. Ukrayna’daki savaşla birlikte, Tahran ile Moskova arasındaki işbirliğinin artması ve cepheyi İsrail’e karşı kordon altına almak amacıyla Tahran’ın müttefiki milislere gelişmiş silah kaçırılmasının ışığında, Washington için bu rol ayrı bir önem kazanmıştır.
Bu olayların sıralanmasının amacı, Biden’ın Arap dünyasındaki imajını aklamak değil, Washington’un tüm gelişmelere rağmen bölgenin önemi konusunda yenilenen farkındalığını ve bölgedeki rolünü zıt da olsa birden fazla kanal üzerinden harekete geçirdiğini göstermektir. ABD’nin Körfez’deki ortaklarıyla ilişkileri, iç siyaseti ve başkanlarının ruh hallerindeki dalgalanmalardan daha derindir. Eski, köklü olması ve geleneksel ittifakların ötesine geçmesi nedeniyle bunların başka ülkelerle değiştirilmesi veya hızlı ve kısa sürede yeniden oluşturulması mümkün değildir.