Abdullah Utaybi
Suudi Arabistanlı yazar. İslami akımlar araştırmacısı
TT

G20, BRICS ve uluslararası sistem

Dünyanın en zengin ülkelerinin zirvesi olan G20 zirvesi Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de düzenlendi.

Suudi Arabistan da bu grubun önemli bir üyesi. Bu zirvede Prens Muhammed bin Selman, Hindistan'ı Ortadoğu üzerinden Avrupa'ya bağlayacak büyük bir deniz ve demiryolu taşımacılığı projesi fikri için ABD, Birleşik Arap Emirlikleri, Avrupa Birliği ve grup içindeki diğer ülkelerle bir mutabakat zaptı imzaladı. Tarih boyunca ulaşım yolları medeniyetlerin ulaşım aracı olmuştur.

Proje fikir açısından Suudi Arabistan, BAE, bazı Körfez ülkeleri ve Arap ülkeleri tarafından daha önce memnuniyetle karşılanan Çin'in “Kuşak ve Yol” projesine rakip gibi görünüyor. ABD, Çin'in gücünün artmasından korktuğu için Pekin’in projesine karşılık bu yeni projeyi destekleyebilir. Dünyanın büyük güçleri arasındaki çatışmaların türü ne olursa olsun, bölgemiz Ortadoğu bunun tam ortasında yer alıyor ve bu, kimsenin göz ardı edemeyeceği yerleşik bir coğrafi gerçek. 2030 Suudi Arabistan Vizyonu, Suudi Arabistan'ın üç kıtayı (Asya, Afrika ve Avrupa) bağlayan bir eksen olduğu gerçeğine dayanıyor. Dolayısıyla bu ekseni güçlendiren her şey Suudi Arabistan'ın vizyonuyla örtüşüyor.

G20 liderleri bu kez Hindistan'da buluştu ve hepsi de dünyanın değiştiğini ve gelişmelerinin onlarca yıllık siyasi ve uluslararası meseleleri aşmanın yollarını aramaya başladığını biliyor.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra inşa edilen uluslararası sistem ve uluslararası kurumlar, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve dünyada tek kutuplu sistemin kurulmasıyla birlikte artmaya başlayan soru işaretlerinin konusu olmaya yaklaşık 30 yıl boyunca devam etti. Mevcut aşamada ise çok kutuplu sistem arayışı ciddi ve dikkat çekici bir hale geldi. Almanya Başbakanı Olaf Scholz da son G20 zirvesinde bu spesifik noktayla ilgili açıkça konuştu ve şunu söyledi: "Özellikle BRICS grubunun artan önemi ışığında, G20'nin hâlâ önemli bir katkı yapması ve (büyük bir taahhüdü) yerine getirmesi gerekiyor.”

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası sistem, Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e ve onun siyasi, ekonomik ve güvenlik kurumlarına geçiş yaptı. Bunların başında da onlarca yıl uluslararası sisteminin kalın sopasını temsil eden Güvenlik Konseyi geliyor. Ekonomik ve mali alanda ise Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi büyük uluslararası kuruluşlar tesis edildi. Uluslararası sistemin bu bağlamına, yetmişli yıllarda kurulan G7 ile daha sonra doksanların sonlarında kurulan G8 genişletilerek kurulan G20’de dahildir.

Buna karşılık, Almanya Şansölyesi'nin bahsettiği BRICS Grubu 2008-2009'da kurulan, Rusya, Çin, Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika gibi bir grup ülkeyi kapsayan uluslararası bir grup. Başından beri iki kutuplu bir dünya düzeni kurmaya çalıştığını deklare ediyor. Geçtiğimiz Ağustos ayında yani bir aydan kısa bir süre önce Güney Afrika'da düzenlenen son BRICS zirvesinde, grup, kendisine altı yeni ülkenin katılacağını duyurdu: Suudi Arabistan, BAE, Mısır, Arjantin, Etiyopya ve İran. Okuyucu, bu altı ülkenin katılımının uluslararası düzeyde bu gruba katacağı gücü tahmin edebilir.

Bu bağlamın söylediği şey, biraz uzun da olsa, dünyanın büyük ve yaygın bir yeniden yapılanmayla karşı karşıya olduğudur. Uluslararası sistemde biriken tarafgirliğin ve bunun bazı büyük Batılı ülkelerin çıkarlarına hizmet etmek için onlarca yıldır kullanılmasının, bu sömürünün son zamanlardaki büyük uluslararası krizlerle yükselmesinin, herkesi bu tarafgirliğe karşı uyardığıdır. Dahası herkes için daha adil bir uluslararası sistem arayışına ihtiyaç olduğunu hatırlattığıdır. Bu seferki anlaşmazlık sadece sloganlar değil, rakamlarla ve istatistiklerle hesaplanan net çıkarlar üzerinedir.

Geçmişte uluslararası sistem onlarca yıl ideolojik sloganlara dayalı fikri ve felsefi altyapıya sahip saldırılara maruz kaldı. Saldırılar iki küresel akım tarafından yönetiliyordu; birincisi, uluslararası sistemi yoksullara, devletlere, halklara ve milletlere düşman “kapitalist” ve “emperyalist” bir sistem olduğu için hedef alan sol hareket ve çok sayıda komünist ve sosyalist grup, parti ve örgüt tarafından temsil ediliyor.

İkinci akım ise uluslararası sistemi “kafir” ve “tağut” sayarak hedef alan İslamcılık ve bu da birçok köktendinci ve terörist grup, parti ve örgüt içeriyor. Bu iki akımın önermeleri hâlâ mevcut ve teorileri hâlâ dolaşımda. Bu önermelerden bazıları derinliği, iç tutarlılığı ve duygusal etkileri açısından önemsiz sayılamaz.

Konuştuğumuz halihazırdaki aşamayı öncekilerden farklı kılan ise, sloganlar benimsemeyen, aşırılıklara kapılmayan, çıkar, barış, istikrar ve büyümenin asıl öncelik olduğu modern dünya dilini konuşan ülkeler, hükümetler, semboller, teoriler, vizyonlar ve projeler üzerinden kendini ifade eden akılcılık ve gerçekçiliktir. Bunlar daha iyi bir uluslararası sistemde aranan temel unsurlardır.

Bu bağlamda daha az önemli olmayan bir diğer konu da, onlarca yıldır uluslararası düzeni destekleyen ve şüphesiz adaleti ve pek çok asil insani değeri bünyesinde barındıran bir Batılı felsefi değerler sisteminin varlığıdır. Ne var ki bu değerler zamanla sivil, insan hakları grupları ve medya kurumları aracılığıyla uluslararası sistemi ve onun yukarıda bahsettiğimiz tarafgirliğini destekleyen baskı araçlarına dönüştüler. Pek çok ülke, halk ve birey, bu kurumların ilişkilerinde çok bariz çelişkiler gözlemlemeye, onların güvenilirliğini sorgulamaya, birçok öneri ve tutumunu kabul etmekte zorlanmaya başladı ve bunun örnekleri sayısızdır. Bu kurumlar, büyük güçlerin uluslararası sistemden kendi çıkarlarını geçirmeleri, ilerlemek isteyen, dünyada kendine yeni ve etkili bir konum arayan ülkeler üzerinde baskı kurmaları için bir yoldu. Bu da, insanlığın uluslar, devletler ve halklar olarak doğal gelişiminde gerçek bir kültürel tıkanmaya neden oldu ve bunu aşma ve ilerleme anının gelmesi kaçınılmazdı.

Tarihin mantığı, milletlerin tecrübeleri, halkların deneyimleri bir araya gelerek uygarlıkların yıkılsalar ve imparatorlukların çökseler dahi, şiddet ve sertliğe varan bir karşı çıkış ve direniş göstermeden yerlerini terk etmediklerini teyit etmektedir. Ancak değişimler ve gelişmeler kendini dayattıkça, onların konumunu güçlendirdikçe, daha iyi bir gelecek ve daha faydalı bir seçenek haline geldikçe, imparatorluklar ve uygarlıklar da onlarla birlikte yaşamak zorunda kalırlar.

Kendi akışı içinde tarih, disiplin ve tutarlılıkla karakterize edilen matematiksel denklemler veya mühendislik çizimleri değildir. Aksine, sürekli bir dalgalanma ve kesintisiz bir çalkantı içindedir. Uzun bir zamana uzanan bir dizi içinde gelişmelerin ardından gerilemelere ve yükselişlerin ardından düşüşlere tanık olur. Bu nedenle tarihçiler ve sosyologlar, kendi bilimleri için doğa bilimlerinden yararlanan ancak onlara hiçbir şekilde uymayan temeller oluşturmakta zorlandılar.

Son söz; değişen dünya, her ne kadar risklerle dolu olsa da aynı zamanda fırsatların da kaynağıdır. Bilge adam kendisinin rakibidir.