Oslo sürecinin sulandırılmasından memnun olan (ılımlı) İsrailliler, pişmanlıktan parmaklarını ısırıyorlar. Bu tarihî anlaşmanın saf dışı bırakılması, muzaffer için yeni bir zafer gibi görünüyordu. İçlerinden biri Haaretz gazetesinde şöyle yazdı: “Oslo Anlaşması, Filistinlileri kovmak yerine siyasi açıdan silmede başarılı oldu.”
İzak Rabin ile Yaser Arafat’ın Beyaz Saray’da el sıkışmasının ve tatlı barış vaatlerinin üzerinden tam 30 yıl geçtikten sonra İsrailliler de bazılarının gerçek bir korku duyduğu çıkmaz yola girdi. Daha fazla yerleşimin Filistinlilerin iradesini aşındıracağına inanıyorlardı. Ancak aklı başında olanlar ipi boynuna doladıklarının, bu zehirli sömürge merkezlerinin ölümcül bir hançer haline geldiğini ve kamufle demokratik zaferlerini üzerine inşa ettikleri meşruiyetini kaybetmelerine neden olduklarını anladılar.
Eski Mossad Başkanı Tamir Pardo’nun İsrail’in, işgal altındaki topraklarda yaşayan Yahudi yerleşimcilere sivil bir sisteme göre muamele edilirken, Batı Şeria ve Kudüs’teki Filistinlilere hareketlerini kısıtlayıp onları sıkıyönetime tâbi tutarak bir ‘apartheid (ırkçı) rejim’ dayattığı yönündeki açıklaması, yankıları Washington’a kadar varan gürültülü bir deprem oldu. Netanyahu’nun bizzat atadığı Tamir, ne dediğini biliyor; saygın bir konuma ve itibara sahip. Ayrıca İsrail’den nefret etmiyor, aksine onu kurtarmaya çalışıyor. 'Apartheid' kelimesini dillendirmek bile tek başına İsraillileri titretmeye yetiyor. Güney Afrika’nın bu konudaki şanından kendilerini uzak tutmak için her türlü çabayı sarf ediyorlar. Gelgelelim İsrail tarihindeki en radikal hükümetin iktidara gelmesinden ve Yüksek Mahkeme’nin yasaları iptal etme yetkisini sınırlayıp, Knesset’e Yüksek Mahkeme başkanını ve Hâkim Seçme Komitesi’nin yapısını değiştirme yetkisini veren sözde ‘yargı reformu’ uygulamalarının başlamasından sonra yaşanan son gelişmeler, sokakları kışkırttı, laikleri kızdırdı ve örtülenin üzerindeki örtüyü kaldırdı. Sadece Yahudiler nasiplense de demokrasisiyle övünen ve dünyayı kendisine inandıran İsrail, itibarını kaybediyor ki bu, onun çok korktuğu bir şey. Emsalsiz şekilde BM kararıyla doğan ve güçlü müttefiklerinin kucağında yaşayan bir ülke, dostların sıcaklığını ve para musluklarını kaybedince zayıf düşecek.
Aslında İsrail toplumu parçalanmış bir halde. Radikaller daha fazla güç kazanıp iktidar elde ettikçe maskeler birer birer düşüyor. İsrail’deki laikler için gökyüzü kararıyor, ulusal para birimi şekel değer kaybediyor, bazı sermaye sahipleri kaçıyor. Bir umut görmedikleri için yardımlarını kesen bağışçılar var. Ayrılmak isteyenlerin sayısı, gelmeyi arzulayanlardan çok daha fazla. Yediot Ahronot gazetesinde, “Bağışçılar, İsrail’in büyüsünü kaybettiğini söylüyorlar” ifadesi yer aldı.
Dolayısıyla İsrail, seçkinlerini ve eğitimli insanlarını kaybediyor. Durumunu iyileştirebilen herkes, ülkeyi terk ediyor. Yakın zamanda yayınlanan son bir istatistiğe göre İsraillilerin üçte biri, göç etmek istiyor. Geleceğe dair güvenleri en düşük seviyeye inen gençlerin de yüzde 56’sı İsrail’den ayrılmak istiyor. Bunların çoğu, bir daha dönmemek üzere kesin bir çıkış peşinde. Bu bir felaket, zira askerî istihdamda özellikle genç kesime dayanılıyor. Bir sene öncesinde gençlerin çoğunluğu, ayartıcı etkenlere rağmen kalmak istediklerini ifade ediyorken durum hızla değişti. Son aylarda yaklaşık 500 doktorun yanı sıra araştırmacıların, profesörlerin ve mühendislerin de bir kısmı İsrail’i terk etti.
Toplumsal yapı ve tablo değişiyor. Radikal dindarlar, sekiz çocuk dünyaya getirirken her bir laik ailenin üç çocuğu var ve bunların artan göçüyle birlikte sayıları azalıyor ve etkinlikleri daralıyor. Yetkililerin bariz ırkçı açıklamaları onların utanç ve mahcubiyet duygularını daha da artırıyor.
İsrail Maliye Bakanı Bezalel Yoel Smotrich’in Paris’teyken Filistin halkının varlığının ‘kurgusal bir icat’ olduğunu söylemesi ve öncesinde de Nablus’taki Huvvara kasabasının ‘haritadan silinmesi’ için çağrıda bulunması, mesela Şimon Peres gibi bir yetkilinin süslü sözleriyle asla bağdaşmayacak bir ifade. ABD Dışişleri Bakanlığı öfkelenerek bu açıklamaları ‘küçük düşürücü’ ve ‘tehlikeli’ buldu. Fransa da İsrailli yetkililerden ‘ağırbaşlı olmalarını’ istedi. Aynı şekilde AB Dışişleri Temsilcisi Joseph Borrell de utanç duydu, zira bunlar ‘asla göz yumulamayacak’ açıklamalardı ve utandırılmayacağını umuyordu.
Sokaklardaki İsrailli protestocular, yerleşimlerin korunup sayılarının artırılmasından veya Batı Şeria’yı ilhak etme fikrinden duydukları korkudan bahsetmiyorlar. İsrail’in dünyadaki çirkin imajından duydukları utancı, ırkçı ve vahşi olsun ya da olmasın bir işgalin var olduğu yerde demokratik bir devletin olamayacağına dair ön bilgilerini ve ödeyemeyecekleri bir bedel olmadan buna son vermenin zorluğunu ifade eden bir şey de duyulmuyor.
Göstericilerin kendi aralarındaki bölünmeyi artırmamak için pek çok konuda geçici bir sessizlik hâkim. İsrail, tarihî bir varoluş çıkmazı içinde yerleşim yerleri kurdu, Batı Şeria’yı parçaladı; iki devletin kurulması da neredeyse imkânsız hale geldi. Bulunduğu hal üzere kalırsa, kendisini apartheid bir devlet olmakla suçlayan uluslararası kuruluşların sayısı artacak ve ABD dahil en yakın müttefikleri istemeyerek de olsa onun eylemlerini kınamak zorunda kalacak. Bu zaten oldu, ama daha sık yaşanabilir. Çılgınca bir harekette bulunup da Batı Şeria’yı ilhak ederse o noktada en ufak bir şüphe yok ki ancak ‘apartheid’ sıfatını kazanabileceği hukuki bir durum söz konusudur. Çünkü ırkçı rejim artık tamamen kurumsallaşmış ve resmileşmiş demektir.
İsrail’in koruyucularının dünya çapındaki tüm direnişine rağmen Amnesty (Uluslararası Af Örgütü), ısrarla “Apartheid rejim, dünyanın hiçbir yerinde kabul edilemez. Öyleyse dünya, bunun Filistinlilere karşı uygulanmasını neden kabul ediyor?” diyor.
Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme Örgütü) da senelerdir İsrailli yetkililerin, ‘sistematik baskı ve insanlık dışı eylemler’ yoluyla ‘insanlığa karşı ırkçı ayrımcılık ve zulümle temsil edilen suçlar işlediklerini’ belirtiyor.
Yeni olan, seslerin İsrail’in içerisinden yükselmesidir. Bu uyarıcı bir şey, çünkü tehlike, bizzat varlığı tehdit eder hale geldi. Johannesburg’da yaşayan ve 1997’de İsrail’e taşınan gazeteci Benjamin Pongrund’un The Guardian gazetesinde yayımlanan makalesi, yurttaşları için en kötünün habercisi olarak geldi. Bu adam, İsrail’de olanlarla Güney Afrika’da yaşadıkları arasında bir karşılaştırma yapmayı uzun yıllar güçlü bir şekilde reddetti. Ama şimdi Pongrund, korkmuş ve çok karamsar. Zira daha önce Güney Afrika’da tüm ayrıntılarıyla izlediği korku filminin aynısını kendi gözleriyle görüyor.