Uluslararası ilişkilerde 2008'de Rusya ile Gürcistan arasında gerçekleşen ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da türünün ilk örneği olan savaştan bu yana yaşanan dönüşüm ve değişimler nadiren yaşanıyor. Gürcistan savaşını Rusya'nın Kırım Yarımadası'na askeri saldırısı ve ülkeler arası ilişkilere yansımaları ile 2022'den bu yana devam eden Ukrayna-Rusya savaşı takip etti. Bu süreçte uluslararası kartlar karıştırıldı, yeni ittifakların oluşması, eski ittifakların genişlemesi egemen oluşumlar ilkesine dayalı küresel sistemin önünde açılan yeni bir yolun taşlarını döşedi. Finlandiya’nın ardından İsveç’te NATO'ya katılıyor. Çin'e karşı İngiltere, Avustralya ve ABD arasında AUKUS ittifakı kuruldu. Şanghay Zirvesinde İran üye kabul edilirken Arap ülkelerine "diyalog ortağı" statüsü verildi. BRICS zirvesinde bir dizi Arap ülkesini de kapsayan benzeri görülmemiş bir genişleme kararı alındı ve çoklu dünya düzeni ve doların hakimiyetinden kurtulma arayışına vurgu yapıldı. Gıda güvenliği, enerji ve halk sağlığı gibi konuları ele almak üzere ABD, BAE Hindistan ve İsrail’i bir araya getiren I2U2 Grubu kuruldu. Aynı zamanda Çin'in “Kuşak ve Yol” inisiyatifine meydan okumak amacıyla G20 zirvesinde Hindistan, Ortadoğu ve Avrupa arasındaki ekonomik koridor önerisi açıklandı.
Ortadoğu bu temel değişkenlerin yansımalarından muaf kalmadı ve kalmayacak. En büyük olay, Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkilerin Çin'in arabuluculuğuyla yeniden normalleştirilmesi, Krallığa BRICS'e katılma daveti yapılması, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ın yakın zamanda Amerikan Fox News kanalına verdiği özel röportajda söyledikleriydi. Veliaht Prens, ülkesinde ve bölgesinde ekonominin, kalkınmanın, siyasi, ekonomik ve sosyal ilişkilerin geleceğine ilişkin yeni ve tutarlı bir vizyonu dile getirdi. Vizyonun ana başlığı, kalkınmanın, modernleşmenin ve daha iyi bir geleceğe girişin kapısını açmak için çatışmaları azaltmak ve kaynaklarını kurutmak. Suudi Arabistan Veliaht Prensi konuşmasında Arap dünyamızdaki liderlerde alışık olmadığımız bir açık sözlülükle Arap-İsrail çatışması konusuna da değindi. "Filistinlilerin acısını hafifletecek somut sonuçlara" ulaşmak amacıyla Riyad ile Washington arasında devam eden müzakereleri duyurdu. Filistin meselesine adil bir çözüm bulunmasının, İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi açısından hayati önem taşıdığını vurguladı. ABD ile müzakerelerin askıya alındığı yönündeki söylemleri yalanlayarak, "Bu doğru değil… Her geçen gün ilerliyor ve nereye varacağını göreceğiz" dedi. "Biden yönetimi Suudi Arabistan ile İsrail arasında bir anlaşma imzalanmasını sağlamayı başarırsa, bu Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana yapılan en büyük anlaşma olacak" diye konuştu.
Veliaht Prens ile yapılan röportajın, 1979'da Mısır-İsrail anlaşmasının imzalanmasının temsil ettiği dönüm noktasıyla aynı önemde olduğunu söylemek abartı olmaz, çünkü bu, Suudi Arabistan’ın ötesine geçerek tüm bölgeye yayılan yeni bir gerçekliği tasvir ediyor. Suudi Arabistan politikasının sabitelerini ve izlediği vizyonu, yani dış ilişkilerinde uluslararası denge, komşuluk ilişkilerinde ulusal çıkarların gerektirdiği doğrultuda istikrar vizyonunu teyit ediyor. Bu bağlamda Suudi Arabistan Veliaht Prensi, "ABD ile yapılacak anlaşmalar hem iki ülke hem de bölgenin ve dünyanın güvenliği açısından faydalıdır" dedi. Anlaşmaların stratejik ortaklık, askeri iş birliği ve nükleer enerji alanını kapsayan ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin önemini ve derinliğini ifade ettiğine işaret etti. ABD'nin İbrahim Anlaşmalarını genişletme çabası bir yana, Suudi Arabistan ile ABD arasındaki ilişkilerin çerçevesinin esas olduğu ve Riyad'ın Tel Aviv ile ilişkileri meselesinden daha önemli ve daha geniş olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Hele de Suudi Arabistan'ın Demokrat yönetime bölgedeki ve dünyadaki konumunu, ekonomik, siyasi ve dini ağırlığını, ABD'nin kendi çıkarlarını korumadaki ağırlığını bir kez daha kanıtlamasından sonra. Ama ABD ile anlaşma Riyad'ın Washington ile stratejik ittifakından vazgeçmeden Pekin ve Moskova'ya açılmasını, aynı zamanda bölgesel dosyalardaki Arap boşluğunu doldurmak için bölgedeki krizlere siyasi çözümler bulmaya çalışmasını engellemiyor.
Krallığın dış politikasının daha açık ve pragmatik göründüğü açık. Bir yandan bölgeyi 20 yılı aşkın süredir İsrail ile normalleşme karşıtı kamp ile ılımlı kamp arasında bölen katı Arap ittifakı kalıplarından çekilmeye çalışıyor. Diğer yandan uluslararası güçlerle ilişkilerinde çatışmacı bir yaklaşımdan uzaklaşıyor.
Buna karşılık İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi CNN'e verdiği röportajda aynı katı dili benimsedi. "ABD ve bazı Avrupa ülkelerinin, İran hükümetini zayıflatmak için Mahsa Amini'nin öldürülmesinden yararlanmaya çalıştığını" belirterek, bu olaydan sonra yaşananların iç meselelerle bir ilgisi olmadığını, aksine Batı'nın İran'a karşı hibrit bir savaşı olduğunu ima etti. İsrail ile Körfez Arap devletleri arasında ilişkileri normalleştirmeye yönelik Washington'un desteklediği çabaların başarıya ulaşmayacağını düşündüğünü ifade etti. Amerikalı tutukluların serbest bırakılmasının insani amaçlarla gerçekleştiği ve İran'ın nükleer silah elde etme niyetinde olmadığı gibi her zamanki İran anlatısını tekrar etti.
İki röportajın karşılaştırması dünyada iki yol olduğunu ve bunların özellikle bölgenin önünde yeni, benzeri görülmemiş ufuklar açtığını gösteriyor. Bunlardan ilki barışçıl, açık, kalkınmacı ve vizyoner bir yol. İkincisi çatışmacı, ideolojik, aşırılıkçı ve geçmişe bağlı bir yol. Bu iki yol mutlaka kaçınılmaz bir çatışmaya doğru ilerlemiyor, aksine, her birinin siyasete, güvenliğe, ekonomiye, topluma ve kültüre dair kendi yaklaşımının olacağı iki devlet türünün kristalleşmesine neden olacak olsalar da aralarında birden fazla düzeyde bir arada yaşama ve iş birliği için alanlar olacak. Asıl korkulan, Arap Maşrık (Levant) ülkelerinin çoğunun, Ürdün Kralı İkinci Abdullah'ın 2004'te uyardığı Şii hilalini gerçekleştirmek için ikinci yolun izlenmesidir. Ürdün Kralı o dönemde Lübnan’a kadar uzanan Şii etkisi altındaki hilal olarak tanımladığı projeden duyduğu korkuyu dile getirmişti. Peki, başta Lübnan ve Filistin olmak üzere bu ülkelerin kaderi ne olacak?
Fransa Cumhurbaşkanının Lübnan Özel Temsilcisi Jean-Yves Le Drian'a göre, Lübnan dosyasını takip eden 5 ülke "çok rahatsız, hatta hüsrana uğramış durumda ve Lübnan'a fon sağlamaya devam etmenin yararını sorguluyorlar." Bu sözler, 5 ülkenin Lübnan’dan ellerini çekmek üzere oldukları ve onun şartlarının düzelmesinden ve onu yönetenlerden ümitsiz oldukları anlamına geliyor.
Filistin'e gelince, Hamas ve Gazze'deki müttefikleri ile Batı Şeria'daki Filistin Otoritesi arasındaki kronik bölünme nedeniyle Filistin'in koşulları Lübnan'dan daha iyi değil ve liderlerinin performansı da övgüye değer değil. Otorite ve FKÖ içindeki anlaşmazlıklardan ve birden fazla yerde ana taraflardan hiçbiriyle bağlantısı olmayan silahlı grupların ortaya çıkışından bahsetmiyoruz bile. Bütün bunlar, özellikle Filistin Otoritesi ve FKÖ’nün Mahmud Abbas'ın halefi meselesini iyi yönetememeleri halinde, kaos hayaletinin başını kaldıracağını gösteriyor.
İsrail ve Ürdün sınırlarında istikrarsızlık ve şiddet ortamına izin vermeyecekleri için, Batı Şeria'nın kaostan korunmasına bahis oynanmaya devam edilecek. Ayrıca bu bölgenin ve sakinlerinin geleceği, İsrail'deki iç durumun sonuçlarına, aşırı sağ mı yoksa aşırı sağın darbeci projesine karşı durmak için toplandıklarını söyleyen diğer tarafların lehine mi kimliğinin belirleneceğine bağlı olan barış müzakerelerinin sonuçlarıyla bağlantılı.