Üç yıl önce Türkiye’yi takip eden hiç kimse, Arap turistlerin, bu yaz yaşandığı gibi ırkçı saldırılara maruz kalacağını düşünemezdi. Bu durum Körfez ülkeleri başta olmak üzere Arapların çoğunu rezervasyonlarını iptal etmeye sevk etti. Türk sanayi odalarının açıkladığı resmî verilere göre birçok Arap yatırımcı ise başladıkları işi tamamlama konusunda kararsız. Elbette bu gelişme, tüm taraflar için bir darbe niteliğinde. Aşırı milliyetçi eğilim gibi Türk toplumuna kök salmış birçok etken bu durumu körüklüyor. Bu eğilim, son iki yılda güçlü bir şekilde tırmandı ve bir yıl önceki cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası sırasında doruk noktasına ulaştı. Seçimler, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zaferi ve milliyetçi ideolojiye sahip muhalefetin yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Ancak kampanya ve özellikle Suriyeli ve Afgan mültecilerin varlığına, kültür ve dil bakımından Arap olan her şeye karşı olan sloganlar halen etkili. Kampanya, sosyal medyada dolaşan şiddet uygulamalarıyla kendini göstermeye başladı.
Bu şiddet uygulamalarını önemli olsa da sadece cumhurbaşkanlığı kampanyasına bağlamak, konuya kapsamlı bir açıklama getirmediği gibi, Türk toplumundaki daha karmaşık sosyal, siyasi ve kültürel karışımın da küçük bir kısmını temsil ediyor. Özelde Araplara ve genelde Türk olmayanlara karşı görülen bu olumsuz yönelimin sorumlusu olan karışım şu unsurlardan oluşuyor: Araplardan ve Araplıktan hazzetmeyen Atatürkçü laik öğretilere bir zamana kadar bağlı kalmış Türk eğitim müfredatındaki tarihî unsurlar, Türkiye hükümetlerinin son üç yılda uyguladığı politikalar sonucunda yaşanan ekonomik krizin etkisi ve sosyal medyanın oynadığı rol. Karışımın bir diğer unsuru ise Zafer Partisi ve İyi Parti gibi küçük birçok partinin benimsediği aşırılık yanlısı söylem. Bu söylem, Türkiye’deki ekonomik krizin ana sebebi olarak gördükleri yanlış göç politikalarına ve yaklaşık 5 milyon Suriyeli mültecinin varlığına odaklanıyor. Onlara göre bu mülteciler iş olanaklarını tükettiler ve Türkiye gençliğini sınırlı iş imkânları için sahip oldukları doğal haklardan mahrum ettiler.
Bu karışım, aynı anda hem resmî hem de sivil kurumların sorumluluğunu yansıtıyor. Zira her geçen gün puan kazanan ırkçı eğilimler ve nefret söylemi karşısında birincisi eylemsiz kalıyor, ikincisi ise zayıf. Türkiyeli analistler, Türk toplumunun karşı karşıya olduğu büyük tehlikeden bahsetmeye başladılar. Mesele artık, İçişleri Bakanlığı’nın ilan ettiği politikanın uygulanması kapsamında resmî kurumlar tarafından gerçekleştirilen zorla sınır dışı etme operasyonları, milliyetçi ırkçı söylemden etkilenen Türkiyeli genç grupların Suriyelilere yönelik saldırıları ve ünlü turistik bölgelerle bazı yerlerde Arap olan herkese karşı uygulanan ve farklı uyruklardan birkaç Arap turistin ölümüyle sonuçlanan şiddet içerikli muamele ve şantaj operasyonları gibi rahatsız edici ihlallerden ibaret değil. Nitekim iş o noktaya geldi ki, Türklerin birbirlerine ve Arap olsun ya da olmasın milletine bakmaksızın başkalarına karşı günlük davranışındaki şiddet düzeyi yükseldi.
Aklıselim sahibi birçok Türk, Türkiye’nin toplumsal güvenliğini tehdit eden, herkesin uyduğunu iddia ettiği demokratik ilkelere ters düşen ve büyük turist rezervasyonlarının iptal edilmesi ve bazı yatırımların durmasıyla görüldüğü gibi Türkiye ekonomisini etkileyen bu davranışlara karşı durma çağrısı yapmaya başladı. Daha da önemlisi bu davranışlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın inşa etmeye çalıştığı Türk modeline, özellikle de mazlumlara karşı Türk dayanışmasına ve çok sayıda Suriyelinin ve daha önce çok sayıda Afgan’ın (ki bunlar Arap değiller) gelişini meşrulaştırmak için temel alınan ‘Ensar-Muhacir’ politikasına derinden bir darbe indiriyor. Aklı başında seslerin çağrıları arasında hükümetin seçimleri kazandıktan sonraki politikasının gözden geçirilmesi de var. Zira hükümet, siyasi toplumda yükselen tüm ırkçı eğilimlere karşı harekete geçmeyi pek umursamadı; sosyal medya aracılığıyla söylentiler ve aşırılık yanlısı çağrılar yayan kişileri cezalandırmak için bir yasa çıkarma girişimiyle yetindi. Ama bunu da kısmen ve etkisiz bir şekilde uyguluyor.
Hükümetin yükselen ırkçı eğilimin körüklenmesine pratikte hizmet eden davranışına yönelik eleştirilerden biri de özellikle kültürleri birbirine yakınlaştırmak ve Türkiye ile Araplar ve tümüyle bölgesel çevre arasındaki ilişkilerin tarihsel koşullarını açıklamak için gerçekleştirilen kültürel etkinlikler yoluyla bu ırkçı eğilimlerin dizginlenmesinde rol oynamaya çalışan, ama yeterli resmi desteği göremedikleri için çabaları boşa çıkan sivil kültürel kurumlarla alakalı. Hal böyle olunca 150 yılı aşkın bir süre önceki Türk milliyetçi akım ile buna karşılık gelen Arap milliyetçi akım arasındaki tarihî gelişmeler ele alınırken, yanlış ölçütlere dayalı nahoş ifadeler hüküm sürdü. Ve ne yazık ki bu yanlış ölçütlerin çoğu, Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşünü ‘Arapların ihanetine’ bağlayan eğitim müfredatına yerleştirildi. Bu ihanet, Kemal Atatürk’ün, Arap ve Doğu kültüründen hoşlanmayan laik ideolojisini inşa ve tüm Osmanlı tarihini silip süpüren yoğun bir Batılılaşma sürecine geçiş aşamasında odaklandığı en önemli söylemlerden biridir. Onun hedefi, kendi bakış açısına göre Türkiye’yi, dağılmasına güçlü bir şekilde bizzat katkıda bulunduğu imparatorluğun gölgesinde zayi olan ilerleme ve modernleşmeyi gerçekleştiren Batılı bir ülkeye dönüştürmekti. Bunu da İngiliz ve Fransız sömürgecilerle anlaşmalar yoluyla yapacaktı ki bu anlaşmalar, bugün modern Türkiye diye bildiğimiz şeyi kuran 1923 Lozan Anlaşması’yla somutlaştı.
Resmî odak noktası, Türk olmayan ötekine karşı ‘sesli ya da görsel’ olarak şahit olunan şiddetin ‘geçici yaşam koşullarının sonucu olarak bireysel ve kendiliğinden gelişen’ olaylar kabilinden olduğudur. Ya da iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi çevrelerinin dediği gibi bu olaylar, Türkiye modelini ve Araplarla ilişkileri hedef alan ve halihazırda tutuklu İranlı unsur gibi yabancı unsurların yönettiği elektronik grupların da ortak olduğu bir dış planın parçasıdır. Bunlar, dışarıdaki Arap dünyasında kimsenin ikna olmadığı açıklamalardır. Zaten İranlı unsur da Araplara, İslam’a ve Türk olmayan her şeye karşı nefret söylemini en çok dillendiren Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ hesabına çalıştığını itiraf etti.
Türkiye’nin, Türk karakterini şu ya da bu şekilde şekillendiren ve yirmi yıldır siyasi sahneye hâkim Adalet ve Kalkınma Partisi'nin ortaya çıkışından önceki seksen yılda uygulanmış tüm politikalara rağmen varlığını sürdüren kültürleri ve medeniyetleri dışlayıcı, laik mirasından kurtulmak için entelektüel ve politik yetişmenin pek çok bileşeninde gerçek bir değişime ihtiyacı var.
Bu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mevcut cumhurbaşkanlığı döneminde yüzleştiği en büyük zorluklardan biri.