Hamas’ın Gazze Şeridi’ni aşarak İsrail hedeflerine gerçekleştirdiği Aksa Tufanı Operasyonu, Filistinlilere savaş olarak döndü. İsrail güçleri iki haftadır Gazzeli sivillere hayatı zindan ediyor. Abluka altındaki bölgeye yağmur gibi yağan bombalar kenti yerle bir etti bile.
Tel Aviv yönetiminin saldırıları öyle bir noktaya geldi ki artık sivil asker demeden her Filistinli hedef haline gelmiş durumda. Öyle ki İsrail bombalarının hedefinde artık hastaneler ve ambulanslar da var. Nitekim Mossad’ın eski direktörü Danny Yotam’ın “Hamas’ın gizli karargâhı” olarak nitelendirerek El Şifa Hastanesi’ni hedef göstermesinin üzerinden birkaç gün geçmişti ki İsrail başka bir hastaneyi bombalayarak 500’den fazla sivili katletti. Hem de dünyanın gözü önünde.
Yine de ne yazık ki hastane saldırısının, küresel manada, Tel Aviv’in savaş suçu çizgisini defalarca aşan saldırganlığını durdurmaya yönelik bir çabaya dönüştüğünü söylemek güç. İlk etapta Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’dan Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’e, Kanada Başbakanı Justin Trudeau’dan ABD Başkanı Joe Biden’a değin pek çok lider saldırıyı kınadı. Ancak bir eksikle. Saldırganın kimliğini anmadan, sessizce. Sanki faili meçhul bir cinayet işlenmişçesine.
Bu açık otosansürün İsrail’in “Hamas yaralıların tedavi gördüğü hastanede kendi halkını vurdu” palavrasına destek verdiğini söylemeye gerek bile yok. Fakat Batılı liderlerin bu bilinçli “dil sürçmesi” stratejik bir plan dahilinde tedavüle giren propagandadan ziyade İsrail ve Yahudi halkı karşısında duyulan -yüzlerce yıllık pogrom ve soykırımlardan kaynaklı- suçluluk psikolojisine dayanıyor.
Batı-İsrail ittifakı aslında bu psikolojinin bir ürünü. Bununla birlikte Arap-İslam devletlerinin giderek Atlantik politikalarından uzaklaşması, bir tür zorunluluğa dönüşen bu mahkûmiyet ilişkisini pekiştirdi. 19’uncu yüzyılın sonu, 20’inci yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopuşla “kazandıkları bağımsızlıklarını” İngiltere veya Fransa gibi ülkelerin bir lütfu olarak kabul eden gecikmiş Arap modernleşmesi, “yabancı” ideolojilerden kurtuldukça Batı’dan uzaklaştı.
Neticede milenyumun ilk çeyreğine doğru Ortadoğu’da Batı’nın “kendi gibi” görebileceği tek ülke İsrail olarak kaldı. Yine de Batı’nın İsrail’le göbek bağının kendi toplumlarınca sorgusuz kabul edildiğini söylemek zor. Londra’dan Paris’e, Berlin’den Washington’a kadar neredeyse bütün başkentlerde halk sokağa çıkarak Filistin’in özgürlük mücadelesine destek verdi, Tel Aviv’in savaş suçlarını sert ifadelerle kınadı. Üstelik solun kan kaybının sürdüğü ülkelerde bile.
Sonuç olarak, Batı-İsrail ilişkilerinin geldiği nokta her türlü katliama meşru zemin sağlayacak ciddiyette. Avrupa devletleri ve ABD için Filistinliler bir anlam ifade etmiyor. Psikolojik kopuş çoktan yaşanmıştı, artık bir çıkar kırıntısı dahi aranmıyor. Asıl üzücü olan ise Gazze başta olmak üzere Filistinlilere yönelik saldırı ve soykırım girişimlerinin önünün hiçbir zaman kesilmeyecek olması.
Dürüst olalım, İsrail’le normalleşmenin normalleştiği bir çağda yaşıyoruz. Ateşkes ilan edildiğinde katliamlar unutulacak, aylar sonra ise tüm yaşananların üzerine sünger çekilecek. Filistin’e barış gelmeyecek. İsrail de isteyene dek…