Dün Rusya'nın Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Vassily Nebenzia, “ahlak kürsüsüne” çıkarak Washington'un Gazze Şeridi'ndeki zorla yerinden etme savaşında kalıcı ateşkes projesine karşı çıkan tutumuna yönelik sert eleştirilerde bulunduğu bir sunum yapma fırsatı buldu.
Kişisel olarak, Arap dünyasındaki kamuoyunun, Rus Temsilcinin ABD'nin BM karar taslağının içeriğini boşaltma konusundaki ısrarı ile Washington'un devam eden İsrail savaşına sınırsız desteğine karşı söylediklerinin çoğuna olumlu yaklaştığını iddia ediyorum. Ancak duygular başka, politik gerçeklik ise başka bir şeydir. Her ne kadar Moskova bugün insaniyet ve ahlak kartını oynasa da, özellikle Moskova'nın Suriye ayaklanmasına inatla karşı çıkmasından ve defalarca veto hakkını kullanmasından bu yana geçen yıllar, meselenin tamamen bir “çıkar çatışması” meselesi ve Soğuk Savaş döneminden bu yana süren kutuplar arası bir çatışma olduğunu ortaya koyuyor.
Bu tür çatışma ve anlaşmazlıklarda ahlaka veya ilkelere yer olmadığını, yalnızca çıkarların üstün olduğunu öğrendik.
Dahası kendimizi şu anda taraflarını Filistin-İsrail sorununda yer alan ana güçlerin oluşturduğu bir dizi açıklanmış varsayımlar ve örtülü hesaplarla karşı karşıya buluyoruz. Aradan yaklaşık 80 gün geçmesine rağmen durum hâlâ belirsizliğini koruyor. Savaşın şu ana kadar kaydettiği ilerlemenin boyutu ve Binyamin Netanyahu ile liderliğini yaptığı savaş hükümetinin temel kurmayları tarafından belirlenen tüm hedefleri gerçekleştirme şansı konusunda İsrail'in kendi içinde de gerçek bir tartışma var.
Ayrıca, ABD'nin Tel Aviv'e siyasi ve askeri desteğinin hiçbir sınırı olmadığı kesin delillerle kanıtlandıysa, İran, ABD'nin gelecekteki yaklaşımlarının detayları konusunda ciddi soru işaretleri yaratıyor. Tahran'ın kollarının bölgede başlattığı askeri eylemeler de bunu yansıtıyor. Lübnan ve Suriye sınırlarında Hizbullah ile başlayan bu askeri eylemler, Irak'taki Şii milislerin eylemleriyle devam edip Yemen'deki Husilerin eylemleriyle sonuçlandı. Tahran'ın ritmine ve çıkarlarına göre hareket eden bu milisler konusunda dikkat çekici olan husus, İsrail'in Gazze cephesine odaklanmasını kolaylaştırmak için Washington'un başlangıçta onları "tarafsızlaştırma" çabasında olmasıydı. Nitekim İsrail saldırılarının ilk günlerinden itibaren Washington, “7 Ekim'deki Hamas saldırısında Tahran'ın rolü olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmadığını” açıklamıştı. Hem de iki taraf arasındaki yakın ilişkiyi tam olarak bilmesine rağmen.
Washington ayrıca askeri operasyonların Gazze cephesi dışında ve özellikle kuzeydeki Lübnan cephesine doğru genişletilmesinden kaçınılması gerektiğini de vurguladı ve bu çağrısını yineledi. Her iki taraf, yani Hizbullah milisleri ile İsrail ordusu, "angajman kuralları" olarak adlandırılan kurallara uydular. Her iki taraftaki savaşçılar, hakikaten çatışmalar için belirlenmiş çıtaya bağlı kaldılar. Aralarındaki çatışmalar yeniden işgal edilen bölgedeki çatışma dengesini etkileyen ciddi çatışmalardan ziyade, "itibarı kurtarmayı" ve "suçlanmaktan kurtulmayı" amaçlayan siyasi mesajlara daha yakındı. Lübnan'daki durumu takip edenlerin, özellikle Hizbullah'ın ABD Özel Temsilcisi Amos Hochstein'ın İsrail ile deniz sınırlarının çizilmesiyle bağlantılı misyonunu memnuniyetle karşıladığı son dönemdeki gelişmeleri unutmaları mümkün değil. Bu, Hochstein'ın kara sınırı düzeyindeki çalışmalarıyla yenilenmesi beklenen bir misyon.
Aynı şey Tahran'a bağlı Iraklı milisler için de geçerli, ancak bazı gözlemciler bunların Irak sahnesinde yeni bir "pazarlık" aşaması olduğunu düşünüyor. Şii güçler içinde Koordinasyon Çerçevesi tarafından temsil edilen İran kanadı, Bağdat'taki kontrolünü güçlendirmeyi başardı. Irak'ta İran'a bağlı Şii milislerin yükselişinin 2003'teki Amerikan işgalinden sonra başladığı elbette biliniyor. Hatırladığımız gibi Bağdat'ın Amerikan kuvvetlerinin eline geçmesiyle birlikte İran’da sürgünde olan kuvvetler Irak’a dönmeye başlamıştı. Daha sonra Washington ile yeni Iraklı yöneticiler arasında koordinasyon ve şantaj arasında gidip gelen bir birlikte yaşama aşaması başlamıştı.
Ancak bugün İran'ın bölgesel kolları açısından gerçekten yeni olan husus, Husilerin Kızıldeniz'in güneyindeki artan askeri faaliyetleri ve bu benzeri görülmemiş faaliyetler, ABD’nin açıklanan hedefi deniz yollarını korumak olan bir aksiyon almasını gerektirdi. Washington'un Kızıldeniz'de ve Aden Körfezi'ndeki Babul Mendeb Boğazı'nda seyrüseferi korumak için uluslararası bir koalisyon kurmasının yansımalarını izlemek ilginç olacak.
Tabii ki, seyrüsefer özgürlüğünün korunması kendi çıkarına da olan Çin’in yanı sıra ABD'nin Ortadoğu'nun kumları ile denizlerindeki meşguliyetinden Ukrayna’daki operasyon alanlarında yararlanan Rusya dahil olmak üzere birçok uluslararası güç burada denklemin içine giriyor. Öte yandan bu meşguliyet, önümüzdeki Kasım ayının başında yapılacak ABD başkanlık seçimleri için geri sayımın başladığı bir zamana da denk geliyor.
Bu başkanlık seçimlerinde, Gazze'deki tehcir savaşının anketlerin etkili çevre ve eyaletlerde popülerliğinin gerilediğini gösterdiği Demokrat bir Başkan ile Cumhuriyetçi aday adayları arasında önde olan ama hukuki açıdan etrafında şüphelerin dolaştığı bir aday arasındaki yakın rekabette yaratabileceği yeni “dinamikler” hafife alınamaz.
Dolayısıyla önümüzdeki birkaç gün içinde gireceğimiz yeni yıl, liderlerin etkilerini kontrol edemeyeceğinin görüldüğü şüphe ve korkuları da beraberinde getiriyor.
Çalkantılı ve kaygılı bir yıl, yine çalkantılı, kaygılı ve umutsuz bir ileriye doğru kaçışla korkularıyla yüzleşmeye çalışan bir dünya tarafından karşılanıyor.