Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Karamsarlığın ve iyimserliğin ardında: Gerçeği olduğu gibi görüyor muyuz?

Geçen haftaki yazımızın değindiği karamsarlık meselesi Iraklı kardeşlerimiz arasında ciddi bir sorun teşkil ediyor gibi görünüyor. Hafta boyunca çok fazla tepki aldım, bunlardan bazıları karamsar ruh halini haklı çıkarıyordu, ancak çoğu açık veya örtülü olarak “Yaşadığımız sorunların boyutu bildiğinizin ötesinde, o yüzden bize neyin doğru olup olmadığını öğretmeyin” diyordu. Meslektaşım Hamza Mustafa, Bağdat merkezli el-Sabah gazetesinde makalemizi yorumladığı yazısını, karamsarlığın seçkinler arasındaki tartışmaların değil, halka yönelik yazı ve konuşmalarının bir özelliği olduğunu, çünkü kamuoyunun iyimser yazıları iktidardakilere dalkavukluk olarak gördüğünü ifade eden zarif bir açıklamayla noktaladı. Meslektaşım Ali Hüseyin ise siyasi gerçekliğin iyimserliğe yer bırakmadığını düşünüyor: “Devlet kurumlarını insanların aklıyla dalga geçme maharetlerini sergiledikleri büyük bir sirke dönüştüren siyasetçiler ve yetkililerle birlikte yaşarken başka ne yapabiliriz?”

Bu makaleyi tartışanların çoğunun karamsar yaklaşımın faydalı olmadığı, ama ülkenin yaşadığı sorunların, halkın ruh halinin ya da sevinçten çok hüzne meyleden bir zihniyeti besleyen tarihi deneyimlerin karamsarlığı haklı çıkardığı konusunda hemfikir olduğu açık.

Konuyla ilgili tartışmalar, kafamda yazarın rolüyle ilgili sorular uyandırdı ve kimseyi memnun etmese de benimsediğim eski bir tutumu hatırlattı. Söz konusu tutum, çiftçi, bakkal, taksi şoförü, doktor, mühendis ve diğerleri gibi, yazarın veya bilim insanının da sorumluluğunun özetle yaptığı işe hakim olmak olduğu düşüncesini taşıyordu. Yani yazar bir mesaj taşımaz ve herkesin yapması gerekenin dışında bir tavır takınmaya mecbur değildir. Bütün insanların bu tutumu benimsemesinin, yani işlerinde ustalaşmalarının, bir amaç olsaydı, kalkınma için güçlü bir motor olacağına kesinlikle inanıyorum.

Soruyu gündeme getirmemin nedeni, bu tutum, yani yazarın toplumsal meseleler konusunda belirli bir tutuma bağlı olmadığı ile Iraklı ve diğer seçkinlerden “sosyal sermayeyi” parçalama tehlikesi taşıdığını söylediğim karamsarlığı terk etmeleri yönündeki talebim arasındaki bariz çelişkidir. Topluma karşı sorumluluğu reddedip, sonra nasıl başkalarından sorumlu olmayı talep edebiliyorum?

Aslında bu tartışmalar, topluma karşı sorumluluk ya da sorumluluğun reddinden başka üçüncü bir olasılığa işaret ediyor. Zira bu tartışmalar bir kısmıyla -örtük olarak- yazarın rolünün toplumsal gerçekliği anlatmak, belgelemek, yani toplum arenasındaki birbirinden kopuk sahneleri birbiriyle bağlantılı tek bir sahneye dönüştürmek olduğunu söylüyor. Bu durumda mesele karamsarlık ya da iyimserlik meselesinden ziyade “realite televizyonu” denilen şeye daha yakın, tabii ki rol yapmamak şartıyla.

Sosyal bilimler öğrencileri, basın, televizyon, genele yönelik konuşmaların ve sosyal medya platformları gibi kitle iletişim araçlarının, duyguları, fikirleri ve tutumları ulaştırmanın ve ardından yaymanın en güçlü aracı olduğunu bilirler. Bu, kamusal konuları, yani geniş bir insan kitlesinin ilgisini çeken konuları gündeme getirmenin olağan yoludur. Bu nedenle basın toplum liderleri, siyasetçiler, ekonomistler ve kamusal alandaki tüm aktörler nezdinde önem kazanmıştır.

Peki yazar kötü, karamsar bir sahne gördüğünde onu görmezden mi gelmeli, yeniden renklendirmeli mi yoksa dürüstlük onu izleyiciye gördüğü gibi aktarmayı mı gerektirir?

Bu, Thomas Kuhn'un ünlü kitabı "Bilimsel Devrimlerin Yapısı"nda ele aldığı önemli sorulardan biriydi. Kuhn kitabında yazarın ve aslında herhangi bir gerçeklik gözlemcisinin görüşünün tarafsız olamayacağını veya peşin yönlendirmeden bağımsız olamayacağını yazıyordu; zihninizin beklediklerini görürsünüz ve onu zihninizin sınıflandırdığı çerçevelere göre anlarsınız. Dolayısıyla bir şeyi gözlemleyip ardından onu açıkladığınızda, bu, zihinsel geçmişinize dayalı bir yorumdur, yani o şey hakkında sadece tarafsız bir tanımlama değil, bir yargıdır.

Bu görüş Thomas Kuhn'u pek çok eleştiriye maruz bıraktı ancak dikkatli düşündüğünüzde bu görüşün işlerin mantığına yakın olduğunu görürsünüz; peşin esaslara dayanmadan bir şeyi anlamak mümkün mü? Bu esaslar yeni anlayış için bir kısıtlama değil mi? Yani gerçekliğin resmini olduğu gibi mi aktarıyoruz, yoksa o gerçekliğe dair kendi algımızı mı aktarıyoruz?