Arap aydınlar, 21’inci yüzyılın ilk on yılı boyunca reform fikri ile meşgul oldular. Söz konusu dönemde Arap ülkelerinde reformist değişimi hedefleyen iki projeye katılmıştım. Bunlardan ilki, İskenderiye Kütüphanesi'nde düzenlenmiş ve düşünürler ile akademisyenler, tüm dünya bir dünyadan diğerine geçiş rüzgarları ile sarsılırken, eğer gerçekleşirse, Arap ülkelerindeki değişimin yavaşlığını tartışmak üzere bir araya gelmişlerdi. İkincisi, değişime başkaldıran bir bölgede değişimi gerçekleştirmek için gerekli düşünceyi üretmek üzere siyasi ve stratejik araştırma merkezlerinin omuzları üzerinde yükselen ‘Arap Reform Girişimi’ adı verilen girişimdi. Her iki girişim de Arap dünyasının dünyada olup bitenlerin dışında ve istisna olduğu hakkında yayılan haberlere bir tepkiydi. Aynı dönemde Doğu Avrupa'da neler olduğu kimse için önemli değildi, Asya ülkelerinde ne olduğu da düşünülmüyordu. Onlarca yıldır diktatörlüğün ve askeri darbelerin yaşandığı Güney Amerika ülkelerinde yaşananlar kimsenin dikkatini çekmiyordu. Afrika’da bile kıtlıklara ve katliamlara rağmen demokratik modelin herkesi kapsadığı Güney Afrika örneği ortaya çıkmıştı. Her iki girişim de o dönemde geçerli olan Batı mantığına dayanıyordu. ‘Değişim ve reform’ ancak parti oluşum mekanizmaları, tabandan yukarıya doğru ve tüm sonucu belirleyen çoğunluk ve azınlık yönetimine dayanan seçimlerden doğan mekanik biçimiyle ‘demokratik sistem’ ile gerçekleşebilir. O sıralarda ABD, Francis Fukuyama'nın tarihin sonu, Samuel Huntington da medeniyetler çatışması hakkındaki fikirleri etrafında dönüyordu. ABD'nin değişime direnen bölgeyi işgal etmeye başlaması 11 Eylül 2001 olaylarına yol açtı. O dönemde yukarıda bahsi geçen iki ve benzeri birçok girişime katılan Araplar, bölgedeki koşulları dikkate alan Arap içerikli bir reform arayışındaydılar.
Bu çabaların üzerinden çok geçmeden, 21’inci yüzyılın ikinci on yılı ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan dönemi getirdi. 2 Mart 2011'de bu köşede bu konuyla ilgili ‘Arap İstisnacılığının Sonu!’ başlıklı bir makale yayınlamıştım. İlk paragrafında şöyle deniyordu:
“Mevcut Arap sahnesi bir yandan neredeyse tüm dünyanın sahnesi olurken, bir yandan da Arap ülkeleri için özel bir sahne oluşturuyor. Basitçe ifade etmek gerekirse, birçok Arap başkentinde olup bitenler, ‘Arap istisnacılığının’ sonudur.’
Arap istisnacılığı, Arap dünyasının, kendine has özellikleri, istisnalığı ve hiç kimseye benzemeyen bir doğası olduğu ve bu durumun onu dünyadaki ‘demokratik devrimden’ uzak kıldığına dair hem Arapların hem de Arap olmayanların dillendirdiği bir teoridir. Arap devrimlerinin başlangıcında kendisi hakkında varılan görüş ve yargı aceleciydi. Zira devrimler çok geçmeden iki yön aldı. İlk yön, çeşitli Nasırcı, Marksist ve liberal kanatlarıyla birlikte Arap solunun çeşitli grupları tarafından oluşturuldu. Bu gruplar hızla mezhepçiliğe ve iç savaşa yol açan birçok şiddet biçimine dönüşen devasa kaos biçimleri yaratmada başarılı oldular. İkincisi, dini akımı ortaya çıkardı ve bu akımı ifade eden yüz, Müslüman Kardeşler hareketi ile onun kuluçka merkezinden çıkan ve ondan daha radikal olan takipçileriydi. Bunlar ister kan ister alevler olsun yeryüzü cehenneminin her türlüsünü yaşadıktan sonra gökyüzündeki cennete gitmek için yarışan terör örgütleri biçimini almışlardı. İkinci on yıl Araplar için iyi geçmedi, kaos ile dini radikalizm arasında yapılması istenen seçim adil bir seçim değildi, hele de her ikisinin sloganlarla faaliyet gösterdikleri ülkelerin halklarına yönelik hiçbir anlamda milli bir projeleri olmadığı göz önüne alındığında. On yıl sona ermeden, Sudan, Irak, Lübnan ve Cezayir'den bir başka sözde bahar dalgası geldi. İster birinci dalga ister ikinci dalga ister her ikisi birlikte olsun, hiçbiri çıktığı ülkenin koşulları ile ilgili tek bir adım bile atamadı.
On yılın ortasından sonuna kadar bu deneyimin devleti koruyan en iyi haliyle trajik, devletin başarısızlık ile dış müdahalelerin kurbanı haline gelmek arasında gidip geldiği en kötü haliyle ise felaket olduğu açıkça görüldü. Bu durumun sonucunda birden fazla Arap ülkesinde dünyaya ilerleme, sefil koşullardan yaşam standardını yükselten koşullara geçiş, ülkeyi ilerleme açısından diğer ülkeler arasında en üst sıralara yerleştirme perspektifinden bakan pratik özelliklere sahip bir reform hareketi ortaya çıktı. Söz konusu ‘reform’ Çinlilerin ‘Kedinin siyah ya da beyaz olması önemli değildir, önemli olan onun fareyi yakalamasıdır’ sözünü ciddiye alıyordu. Dünya ülkelerinin ilerleyişinde başlangıç noktası devletin doğuşu olmuş, ardından onu kimlik arayışı, vatanseverlik ve vatandaşlık yolunda ilerleme takip etmiştir. Bu sonuncusu olmadan Arap çevresinde bölünme, parçalanma ve en aşırı fikirlerin ortaya çıkması için zemin hazır olacaktı. Pragmatik süreç, 1950’li ve 1960’lı yılları boyunca Arap dünyasına egemen olan ve devletlerin üstünde bir milliyetçilik ya da devletlerin ve halkın üstünde bir din yoluyla yaşanan ideolojik aşırılıktan, gerekli korumayı yarattı. Ulus- devlet, kendisine tarihini, başarılarını, dinler ve mezhepler arasında değil, diğer ulus devletler ile yarışma isteğini ekleyen Arap insanı için bir kuluçka makinesi haline geldi.
Suudi Arabistan, Mısır, Fas, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri ve sözde Arap Baharı’ndan sağ kurtulan herkeste yoğun bir gelişme ve sürekli inşaat hali hakim oldu. Bu ülkeler, bir yandan devletin geniş topraklarına nüfuz ediyor, içindeki zenginlikleri ortaya çıkarıyor, diğer yandan dini, ırkı, mezhebi, rengi ne olursa olsun vatandaşlarına vatanın herkesin olmasının verdiği gururu yaşatıyor. Bu karmaşık süreç öncelikle Arap dünyasında çoğunluğu temsil eden, çağa ve teknolojik ilerlemeye, dünyanın geri kalanıyla temas halinde olmaya daha yakın olan gençliği içine çekiyor. Kısaca bu durum ilk akıllı şehirlerin inşasından başlayarak Dünya Kupası organizasyonuna kadar uzanan yeni kurumsallaşma biçimleri üretiyor. Bütün bunlar modernliğin ta kendisi değil mi? Bu konuda konuşmaya devam edeceğiz.