Hazım Sağıye
TT

İsrail ile mücadelede isim ve yeterlilik hakkında…

Bir taraf ile diğer taraf arasında sıklıkla bir düşmanlık veya savaş ilişkisiyle karşılaşırız ve her taraf bunu kendisinin diğer tarafa verdiği isim ile yürütür. Örneğin pek çok kişi, iki ülkenin bütün halkları köleleştirdiğini varsayarak, Sovyetler Birliği'ni arkasında Rusya'nın saklandığı bir örtü ya da Osmanlı Devleti’ni Türkiye'nin arkasında gizlendiği bir örtü olarak görüyorlardı. Ancak bu durum, söz konusu eleştirmenlerin Sovyetler Birliği ve Osmanlı Devleti sözcüklerini kullanmalarına engel olmuyordu. Ronald Reagan Sovyetler Birliği'ni tanımlamak için “şer imparatorluğu” ifadesini kullandığında ve ardından George W. Bush Irak, İran ve Kuzey Kore'yi tanımlamak için “şer ekseni” ifadesini kullandığında, Batı toplumlarının en hassas beyinleri onlarla alay etmiş ve onları kaba bulmuştu. Çünkü isim, gerçekliğe uygunluğu bir yana, sahibinin hakkıdır. Kendisine bir isim veren kişi, başkalarını da kendisine hitap ederken veya onun hakkında konuşurken, bu ismi benimsemeye zorlar. Bunun ötesinde bu ismi eleştirmek veya doğruluğunu ve gerçekliğe uygunluğunu, sahibinin bu ismi alma amacını yererek ama o ismi değiştirmeye yönelmeden sorgulamak da mümkün. Örneğin Kim Jong-un'un Kuzey Kore'deki devletinin isminin Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti olduğunu hatırlayalım. Adında “demokrasi” ya da “sosyalizm” kelimesini taşıyan ama her iki kavrama da düşman onlarca parti var. Dahası, hepimizin olumlu çağrışımlara sahip isimleri olduğunu ancak isimlerinin anlamlarını somutlaştıran kişiler olmadığımızı hatırlayalım.

Soğuk Savaş sırasında isimlendirme gerekliliğine karşı aldatıcı bir teknik geliştirildi. O da  bir şeye hemen olumsuz bir nitelik eklemekti. Böylece Soğuk Savaşın şahinleri, komünizm kelimesini andıkları anda “ateist” ve “yıkıcı” niteliğini eklerlerdi. Buna karşılık “kapitalizm” ise “yağma ve hırsızlık kapitalizmiydi”. Nitelemenin görevi ismi silmektir, bu sırada niteleyici okuyucuyu ve dinleyiciyi, rakibinin kendisi hakkında sunduğu görüntüyü kabul etmesinden  korktuğundan ve rakibinden yayılan hayaletleri sembolik olarak kovmak adına babacan bir şekilde yönlendirmekte acele eder. Sağcı, solcu ve liberal isimlendirmeleri büyülü ve sihirli eylemler olarak değerlendiren ve bunların büyülü eylemlere dönüşmesinin engellenmesiyle tehlikesinin azaltılması gerektiğini düşünenler halen bulunuyor.

Özellikle aydınlar arasında, muhalifinin kendisi gibi bir aydın olduğunu kabul ederek yazanlar nadirdir. Aksine diğer görüşe sahip olan kişi bir ajan, bir casus ya da şeytanın ele geçirdiği bir hasta değilse de, sözde bir aydın ya da ikilem arasındaki bir aydındır. Böylece aydın, ismin uzantısına ya da ikinci isme dönüşen şeye karşı bir düşmanlık biçimini benimser. Bu, çeşitliliğe yönelik bir küçümsemeyi içeren ve aydınların da genel olarak insanlar gibi meselelere sonsuz sayıda bakma ve yorumlama yollarına sahip olduğunu kabul etmeyi reddeden bir biçimdir.

İsim yerine niteliği yerleştirmenin arkasında, büyük olasılıkla, ister ateist ister inançlı olsun, pagan kalıntıların ve modern inançların bir karışımı vardır. Ancak “Büyük Şeytan”, “Küçük Şeytan” ve “mutlak şer” nitelemeleri, nitelenen ve kusurları hakkında sağladıklarından çok, niteleyici ve havailiği hakkında daha fazla bilgi sunar.

Her ne kadar İsrail'den nefret etmek ve onun vahşetini kınamak için her zaman çok iyi nedenler olsa da, onunla mücadelede ismin ve nitelemenin yeri çarpıcı olmaya devam ediyor. Geçtiğimiz yıllarda “sözde oluşum” tabiri yaygınlaşmıştı. Bütün bu yenilgileri ve felaketleri bize yaşatan sözde yani varlığı şüpheli bir varlık gibi görünüyordu. Bu da kendisine inanmak için düşük zekalı çocukların zihinlerine sahip olmayı gerektiriyordu. Ancak daha sonraki zamanlarda “sözde” tabirinin yerini onun varlığını kabul eden ancak nihai niteliklerinin bizzat varlığına üstün geldiği tabirler aldı. O bir “Siyonist düşmandı”, bir “işgalci oluşumdu”, bir “yayılmacı” ve bir “gaspçıydı”. Bu dilsel-siyasi sisteme uygun olarak, açık bir kınama bağlamında bile “İsrail” diyen kişi, kendisi hakkında açık vermiş ve birçoklarını onun vatanseverliğini sorgulamaya teşvik etmiş demekti. Eğer savaşan ülkeler askerlikten kaçmayı kınama ve cezalandırma ölçütlerinden biri olarak görüyorlarsa, bizim için de İsrail kelimesinin kullanılması cezalandırma gerektiren bir ölçüttür. Bu aslında çok içler acısı bir durum ve birçok şeye işaret ediyor.

Dünyaya ve içindekilere dini kitaplar aracılığıyla isim veren Allah olduğuna göre, Siyonist oluşum yerine “İsrail” ismini kullanmayı reddedenler ve bu konuda fanatik olanlar, kendilerinin ilahi bir güce sahip olduklarını iddia ettikleri gibi, dilsel müdahalelerinin gerçekliği ve gidişatını etkileme konusunda muazzam bir güce sahip olduğuna inanıyorlar.

Ancak bu ilahi iddia, sizi belirli bir kelimeyi söylemekten korkutan inanılmaz bir kırılganlığın yakınında yaşıyor. Bu kırılganlık, bir kelimeye öfkesini sözlü olarak ifade ederek ve alternatif bir kelime kullanmakla övünerek gerçek sorunların üstesinden geleceği yanılsamasına kapılan bir çocukluktan olmasa da sorumluluk duygusu zayıf bir hafiflikten uzak değildir. Her halükarda, bu davranış, konuşmanın anlamsal enerjisinden ziyade büyülü enerjisine öncelik verme ve cinleri, şeytanları dünyayı adlandırdığımız isimler olarak kullanma yönünde bir adım atma gibi görünüyor.

Bu iyi bir haber değil, çünkü savaşan birinin savaştığı ve onunla mücadelesinde bu ağır bedelleri ödediği kişinin de bir isim taşıdığını, onu ismiyle çağırdığında, onunla daha iyi bir şekilde savaşacağını, savaş yerine onu isimlendirme savaşı ya da içinde yaşadığı varsayılan şeytanları kovmakla meşgul olmayacağını bilmesi daha iyidir.