Hazım Sağıye
TT

Filistin hakkı ve liderlerin yaşam ve ölümü!

Cumartesi günü İngiliz gazetesi The Guardian, Kudüs'teki muhabiri Julian Borger'ın “İsrail'in öncelikli hedefinin” Hamas lideri Yahya Sinvar'ı öldürmek olduğundan bahseden bir haberini yayınladı. The Guardian'ın ve çeşitli ülkelerdeki birçok kişinin sorduğu soru, Sinvar'ı öldürmenin Gazze Şeridi'nde devam eden savaşı durdurup durdurmayacağıydı.

Bunun gibi bir soru, okuyucu gibi tahmincileri de bazıları karmaşık askeri tekniklerle, bazıları ise barınak ve tünellerle ilgili çeşitli yollara yönlendiriyor. Takip edilen kişinin (burada Sinvar) ve onu takip edenlerin (burada İsrailli askerler) kişisel becerilerindense bahsetmiyoruz bile. Bu tarz sorulara her zaman eşlik eden bir korku vardır ki o da istihbarat değerlendirmeleri ile sinemanın bu konuda en uzun tarihe sahip olduğu hile ve aldatmacaların birleştiği seviyeye inme korkusudur.

Ancak asıl mesele teknik değil. İsrail'in Sinvar'ı öldürmeyi başarması Gazze'deki savaşın sona ermesine yol açabilir de açmayabilir de. Ancak “anlık”ın ötesine geçerek daha geniş “şimdi”ye geçtiğimizde, Filistinlilerin devlet hakkını ve insanlık onurunu öldürmenin zor olduğundan emin oluyoruz. Bunu yaygın şiddet ve hamaset söylemi kapsamında söylemiyoruz, kaldı ki İsrail'in daha önce son derece geniş bir yelpazeden eğilimleri ve meyilleri ifade eden birçok Filistinli lideri tasfiye ettiğini hatırlatmamıza gerek yok. Birçok ülkede ve farklı dönemlerde öldürüldüler ama İsrail, Filistinlilerin adalet talebini ortadan kaldırmayı başaramadı.

Binyamin Netanyahu ve onu takip edenlerin, şovenist milliyetçiliklerine eşlik eden bayağı araçsal zihniyetleriyle bu şekilde düşünmelerinden, Sinvar'ın ortadan kaldırılmasının sadece Gazze savaşını sona erdirmeyeceğine, aynı zamanda Filistinlilerin haklarını ve onları elde etme imkanlarını da ortadan kaldıracağına inanmalarından korkuluyor. Gerçek şu ki, eğer İsrail bu inancı benimserse ki büyük ihtimalle de öyle yapıyor, bu davranışı Filistinlilere doğrudan zarar verdiği kadar uzun vadede kendisine de zarar verecektir.

Özellikle iki eylem arasında büyüyen bölünmenin gölgesinde, askeri eylem ile siyasi eylem ve her birinin işlevi arasındaki ayrıma dönerek sorunu ve ardından çözümü formüle etmek mümkün olabilir. Zira ne Gazze'deki soykırım savaşının sürmesi Filistinlileri ortadan kaldıracak ne de 7 Ekim tipi operasyonların sürmesi İsrail'i ortadan kaldıracak.

Ancak böyle ve aşikar olması gereken bir açıklama bizi asıl meseleye geri götürüyor; bölge ve çatışan iki tarafı siyasete nasıl dönebilir?

Bugün her iki tarafta da yükselen nefret ve kinin her zamankinden daha yüksek olduğunu, Oslo veya Camp David gibi müzakere ve anlaşmaların gerçekleşeceğini hayal etmenin çılgın bir hayalden başka bir şey olmadığını biliyoruz. Zira bugünkü İsrail, İşçi Partisi ve barış kampı İsraili değil, tıpkı Hamas Hareketi, İslami Cihat ve etrafında toplananların Filistin Kurtuluş Örgütü olmaması gibi. Her iki tarafın da daha önce biriktirdiği ve onları savaş yerine siyasete iten deneyimler, Filistin İslamcılığı kadar Likud İsrail’inden de uzak. Dahası, çoğu sosyal demokrat partilerden olan (Avusturya, Norveç, Fransa...) ve iki taraf arasında arabuluculuk yapmaya, onları yakınlaştırmaya alışkın olan Avrupalı ​​güçlerin artık önceki deneyimleri tekrarlayamayacaklarını veya artık bunu yapmak istemediklerini biliyoruz.

Nihayetinde İbrani devletine baskı uygulayabilecek tek taraf olan Amerikan yönetimi ise geleneksel olarak “Ortadoğu'da barışa” bağlı kalmaktan, çatışmanın sorunlarına ve ortaya çıkardıklarına güncel çözümler bulmaya yöneldi. ABD'yi endişelendiren İran unsuruna rağmen, bu durum ABD'yi en azından bugüne kadar yeni doktrinini değiştirmeye sevk etmedi. Washington bahsi geçen doktrini iki şeyden emin ve rahat bir şekilde uyguluyor. Bunların ilki, İsrail kendisine yapılan silah tedariki ve verilen diplomatik destek ışığında üstün konumunu koruyabilir. İkincisi, ABD’nin gücüne eşit veya onu dengeleyen etkili uluslararası güçlerin Ortadoğu arenasına girişi neredeyse var olmayan bir olasılıktır. Bazılarının bahse girdiği Rus ve Çin rollerinin sınırlılığı da yalnızca buna açık bir kanıttır.

Dolayısıyla kendimizi iki gerçeğin birleşmesinden kaynaklanan büyük bir paradoksla karşı karşıya buluyoruz; siyasete duyulan ihtiyaç azami bir ihtiyaç, siyasi araçlar ve hazırlıklar ise asgari düzeyden azdır. Ramallah'taki Ulusal Otoriteyi karakterize eden umutsuzluk ve perişanlık ile İsrail'in “ertesi günü” ele alma ve tartışma konusundaki isteksizliği, bunu kanıtlayan anlamlı örneklerdir.

Ancak böyle bir tıkanıklık durumunda Sinvar ve onun öldürülmesiyle ilgili konuşmalar gelişip büyüyebilir. Ama bu tür eylemleri devam eden savaşla ilgili sonuçlara bağlamak doğruysa da Filistin meselesinin köklerine ve varlığının devamlılığına bağlamak bir yanılsama olur.

Bu arada, mevcut tıkanıklık gölgesinde söylenebilecek tek bir şey var; Netanyahu, sembolünü öldürme yoluyla Filistin davasını öldürmeye hazırlık olarak Filistinlilerin hakkını daha önce Yaser Arafat ile eşitlediği gibi, Sinvar ile eşitliyorsa, Filistin bilincinin kaçınması gereken şey de işte bu eşitlemedir. Bilhassa davayı siyasetten kutsallığa yükselten, sonra da kutsallıktan Sinvar ile özdeşleştirmeye indirgeyen bir şekilde ifade edenler, bu eşitlemeden kaçınmalıdır.