Lübnan'dan gelen görüntüler acı verici. Korkunç ve ürkütücü. Cesetler enkaz altında yatıyor ve evler ya yanmış ya da terk edilmiş. Bir milyon yerinden edilmiş insan. Ülke tarihinde rekor bir rakam. Bir çatı bulamadıkları için bazıları başkentin merkezinde yerde uyuyor, bazıları ise arabalarında uyuyor. Ölümcül metal nesneler tüm haritayı kasıp kavuruyor. Ölüm kokusu, kaygı ve panik kokusuyla birlikte her yöne taşınıyor.
Sıradan Lübnanlı kendisini haksızlığa uğramış, perişan ve izole hissediyor. Arayabileceği bir numara yok. Sarayda sesine, rolüne güvenebileceği bir başkan yok. Geçici Başbakan Necip Mikati elinden geleni yapıyor. Temsilciler Meclisi Başkanı Nebih Berri'nin Amerikalı arabulucuyu İsrail'in ölüm makinesini dizginlemeye ikna edecek yeterli bir formülü formüle etme yetkisi yok. Vatandaş caydırıcılık açısından yeterli olduğuna inandığı bir füze cephaneliğine sahip olan Hizbullah'ı da arayamaz.
“Lübnan'ı ve temellerini sarsan on günden” bahsedenler var. Bu ayın 17'sinde iletişim cihazlarının patlatılmasıyla başladı ve ayın 27'sinde Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'ın öldürülmesiyle sona erdi. Hizbullah omurgasının kırılmasına benzer bir acı yaşadı. Liderliğini ve askeri mekanizmasını vuran ve korunmasız bir ülkede kendisini savunmasız bırakan benzeri görülmemiş bir darbeye maruz kaldı.
Binyamin Netanyahu'nun, Lübnan'ın bir numaralı oyuncusu ve İran liderliğindeki direniş ekseninde önde gelen bölgesel oyunculardan biri olduğunu bildiği Nasrallah'a suikast düzenleme boyutunda bir kararı alması kolay değil. Bu suikastın en az General Kasım Süleymani suikastı kadar tehlikeli olduğunu biliyor. En tehlikelisi ise Netanyahu'nun, Nasrallah suikastının kendisi ile arkadaşı Süleymani'nin Ortadoğu'da temellerini yerleştirmeye çalıştıkları dengeleri değiştirmek için gerekli olduğunu düşünmesi. İsrail'in Lübnan'a yönelik saldırılarının boyutu, İsrail'in bölgedeki direniş ekseninin konumuna karşı bir darbe başlattığını gösterdi ki bu, tüm İran projesine karşı bir darbedir. Biden ve Harris için suikastın Hizbullah liderinin “kurbanları için bir ölçüde adaleti sağladığını” söylemek de kolay değil.
Geçmişin bir dönemini hatırlamak günümüzün tehlikelerini anlamamıza yardımcı olacaktır. 1982 yılıydı. İsrail Başbakanının adı Menahem Begin, Savunma Bakanının adı ise Ariel Şaron'du. O dönemde Lübnan'ın bir numaralı oyuncusunun genel merkezine gittik, adı Yaser Arafat'tı. Ona İsrail'in tehditlerini sorduk ve şu cevabı verdi: “Şaron Lübnan'a saldırmak gibi bir aptallık yaparsa, Celile’deki yerleşim yerlerinden bir mülteci akınına hazırlıklı olmalıdır.”
Filistin Kurtuluş Örgütü, İsrail dahil tüm dünyaya kendi davasını ve Filistinliler haklarını elde etmeden İbrani devletinin güven içinde yaşayamayacağını hatırlatmak için Celile'ye karşı Katyuşa roketlerini kullanıyordu. Hizbullah'ın cephaneliğiyle karşılaştırıldığında FKÖ'nün cephaneliği oldukça mütevazıydı. Haftalar sonra İsrail, Şaron'un Beyrut kuşatmasına dönüştürdüğü “Celile’nin Güvenliği” Operasyonunu başlattı ve bu operasyon, Arafat ve örgüt güçlerinin Lübnan'dan ayrılmasıyla sonuçlandı. İsrail, Lübnan ile sınırlarının İsrail-Filistin sınırı haline gelmesi durumuyla yaşayamayacağına karar vermişti.
Bugünün hikayesi farklı. Hizbullah Lübnanlı ve güçleri onun kendi çevresinden, ancak İsrail, Aksa Tufanı'nın ardından başlattığı “destek savaşını” Lübnan ile sınırlarının İsrail-İran sınırı haline geldiği sonucuna varmak için kullandı. Netanyahu hükümeti, Yahya Sinvar'ın Hizbullah'ın tehdit ettiği Celile’ye saldırmaya benzer bir eylem gerçekleştirdiğini varsaydı. İsrail, belki de İran'ın savaşa herhangi bir doğrudan katılımının, İran'ın nükleer tesislerini hedef listesine koymayı haklı çıkaracak bir İran-ABD çatışmasına yol açacağına dair bahis oynadığı için, Güney Lübnan'da İsrail-İran sınırı olarak gördüğü şeyi ortadan kaldırmaya karar verdi
Lübnan’dan gelen görüntüler felaket. Bütün bir ülke ateş altında. Ülke korunmasız ve Hizbullah korunmasız. Hava saldırıları dizisi ve onunla birlikte suikast dizisi durmuyor. Savaş büyük bir güç dengesizliğini ortaya çıkardı. İsrail askeri makinesi, muazzam teknolojik ilerlemesini acımasız bir saldırıda kullanıyor.
Sadece iki hafta önce herhangi bir gözlemcinin bu tür sahneleri hayal etmesi imkânsızdı. İzlenimler, Hizbullah'ın, marjında sızmalar olabileceği tahmin edilse de, derinlerine sızmanın zor olduğu yekpare bir güç olduğu yönündeydi. Daha önce hiçbir silahlı örgüt, Hizbullah’ın maruz kaldığı ölçüde bir sızmaya maruz kalmamıştı. Gazze'de kuşatılmış olan Hamas bile, kendisinin ve Gazze'nin uğradığı büyük yıkıma rağmen benzer bir şeye maruz kalmadı.
Lübnan'ı bu cehennemden kim çıkarabilir? Bunun bedeli nedir? Hizbullah, başına gelen onca şeyden sonra Güney Lübnan cephesini İsrail ile çatışmadan çıkarmayı kabul edebilir mi? Diğer seçeneği nedir? İran nerede duruyor? On korkunç günün ilkinin ertesinde müdahale etme şansı var mıydı? Müdahale edemiyor mu yoksa istemiyor mu?
Ateş fırtınası durduğunda birçok soru sorulacak. Hizbullah kendisini ve çevresini hedef alan depremi nasıl okuyacak? İran ile ortak ya da ortağa yakın biri olarak tanınan Nasrallah'ın yokluğunda yeni liderliğin İran ile ilişkisi nasıl olacak? Özellikle ateşkes, 1701 sayılı kararın ciddi bir şekilde uygulanmasını ve o bölgede UNIFIL kuvvetlerinin yanında Lübnan ordusunun ciddi bir rol üstlenmesini gerektirirse, Hizbullah’ın Lübnan evi içindeki ilişkileri nasıl olacak?
Bunlar gibi birçok soru var; Hizbullah, güç dengesi ve dersler ışığında kendisini nasıl yeniden inşa edecek ve rolünü nasıl tanımlayacak? Hizbullah’ın fırtına sonrası özellikleri kaçınılmaz olarak Lübnan'ın özelliklerini, kurumlarının restorasyonunu, birlik taşlarının yeniden toplanmasını, bölgesel konumunun şekillenmesini etkileyecek. Peki ya arenalar birliği? Fırtına dindikten sonra hangi İran'ı göreceğiz, Lübnan ve ötesinde nasıl bir bölgesel rol göreceğiz? Fırtınanın dışında kalma, Rusya'nın desteğinden yararlanma ve Arap ilişkilerinin bir kısmını yeniden kurma girişiminde başarılı olursa hangi Suriye'yi göreceğiz?