Lübnan'daki “Şii İkilisi”nin Dr. Nevaf Selam'ın yeni hükümeti kurmakla görevlendirilmesine sert itirazları üzerine, Selam, “anlaşma” ya da “uzlaşı” seçeneklerinden yola çıktığını söyleyerek onlara güvence verme yoluna gitti.
Dolayısıyla ne başarısızlık ihtimaline teslim olma ne de Hizbullah'ın Meclis’teki bloğunun Başkanı Muhammed Raad'ın ifade ettiği gibi, bir misilleme ve dışlama arzusu yok. Bu, güney bölgesindeki koşullar hakkında tam bir bilgi sahibi olmasının yanı sıra, ciddi, olgun ve kültürlü birisi olan başbakan adayı hakkında bilinenlerle de tutarlı bir tutumdur. Zira hem Beyrutlu ailesi Sur şehrinin sınıra yakın bölgelerinde geniş topraklara sahip, hem kendisi güneyin başkenti ve en büyük şehri Sayda şehrinin damadı.
Dahası, Nevaf Selam direniş ile hesaplaşmak için bu göreve gelmedi ve gelmek zorunda da değildi. O, İsrailli Likud’a en yüksek iki uluslararası otoriteden, BM Güvenlik Konseyi ve Uluslararası Adalet Divanı’ndan cesaretle ve ilkeli bir şekilde karşı duran bir diplomat ve uluslararası yargıçtır. Dahası yeni siyasi denklemde güneyin konumunu güçlendirmek için, Selam, hükümetin başkanlığını üstlenerek, bağımsız Lübnan tarihinde cumhurbaşkanı seçilen ilk güneyli olan Cumhurbaşkanı General Joseph Avn ile birlikte yürütme otoritesine liderlik edecek.
Bu temelde tablo aslında net olmalı.
Evet, öyle olmalı, peki sorun nerede yatıyor olabilir?
Şiilerin bu erken itirazları güven vermeyen bir gösterge. Özellikle de İsrail'in Hizbullah'a karşı son savaşının ardından ortaya çıkan iklime dayanan, birbiriyle bağlantılı üç büyük suçlamadan yola çıktığı göz önüne alındığında. Bunların ilki direnişe, yani Hizbullah ve tabanına karşı ihanettir. İkincisi onlara karşı dışarıdan güç almaktır. Üçüncüsü gelecekteki kabineden dışlamakla başlayarak Şii nüfuzunu “ötekileştirmek” için çalışmaktır.
İsrail'in saldırgan savaşının bıraktığı “yaranın”, ABD'nin İsrail'e yönelik benzeri görülmemiş sponsorluğu ortasında Hizbullah’ın vücudunda açılmış geniş ve iltihaplı bir yara olduğu anlaşılıyor. Öte yandan Hizbullah'ın bu sefer kendini savunmadığını, topraklarının işgal edilmesine karşı direnmediğini, aksine, savaşa girme kararını, Lübnan devleti ile koordine etmeden, Gazze'deki Hamas Hareketiyle dayanışma amacıyla aldığını iddia ederek, Washington'un Batı'da İsrail’in bu savaşını savunması kolaydı.
Elbette, Gazze'de kendisine eşlik eden korkunç katliamlara ve yerinden etme suçlarına rağmen, Amerikan-İsrail anlatısı, İsrail’in saldırgan savaşının, Hamas’ın 7 Ekim 2023'te Aksa Tufanı operasyonu ile Gazze sınırındaki yerleşim bölgelerindeki “sivillere” yönelik “saldırısına” karşı İsrail’in bir “savunma tepkisi” olduğunu iddia ediyor.
Böylece Hamas ile başlayıp Hizbullah ile biten siyasi hesaplardaki dengesizlik, Washington'da, özellikle de başkanlık seçimlerinin yapıldığı bir yılda yalnızca İsrail savaş makinesinin desteklenmesini haklı göstermekle kalmadı, aynı zamanda İsrail lobisinin rızasını kazanmak konusunda Amerikan Cumhuriyetçi ve Demokrat partiler arasında bir “açık artırma” başlattı. Bu açık artırma sonunda Likud ile tam bir ittifak halinde olan Cumhuriyetçi sağa büyük bir zafer kazandırdı.
Her halükarda, İran'ın Aksa Tufanı’na ve ardından Hizbullah’ın destek savaşına katkıda bulunan yaklaşımlarını derinlemesine incelemeye girişmeden, Lübnanlıların bugün kendilerini yeni bir siyasi gerçeklikle karşı karşıya bulduklarını söyleyelim. Bu gerçekliğin en belirgin özelliği, okumaların çokluğuna ve küçük partizan ve mezhepsel çıkar çatışmalarına rağmen Lübnan vatandaşının karar alma gücünü yeniden kazanmasıdır.
Onlarca yıldır Hizbullah ve onun arkasından İran ve büyük ölçüde Esed rejimi direniş bahanesi altında hegemonyasını sürdürdü. Hizbullah, diğer tüm Lübnanlı partizan ve mezhepçi milis grupların aksine, İsrail'in 2000 yılında geri çekilmesinden sonra bile devlet otoritesi dışında kendi silahına sahip olmayı sürdürdü. Yine de 2005 yılına kadar vatansever Lübnanlılar, en azından coğrafi olarak İsrail ile doğrudan çatışma hattında olan Lübnanlı bileşen ile bir iç kriz yaratmak için geçerli bir neden olmadığını düşündüler.
Her ne kadar Lübnanlılar Hizbullah’ın “dışarı” ve özellikle de İran ile ideolojik ve stratejik bağlarını bilseler de, 2004'teki bir dizi suikast ve suikast girişimi sonrasına kadar onun rolünü ve hırslarını sorgulamamışlardı. Daha sonra, 2006 savaşının ardından Beyrut ve Cebel işgalleri ile Mişel Avn'ı cumhurbaşkanı olarak kabul ettirmek için Beyrut'un merkezinin işgal edilmesinden sonra bu tablo tam anlamıyla doğrulanmış oldu.
Dün Joseph Avn ve ardından Nevaf Selam'ı yürütme otoritesinin başına getiren güçleri dışarıdan gelen emirlere boyun eğmekle suçlayan Hizbullah liderleri, Lübnan'daki politik, güvenlik, ekonomik ve hukuki yaşamın tüm yönlerine yansıyan, kendi lehine olan aşırı gücü empoze etmeye çalışan “dışarı”nın rolünü unutmuş gibi yapıyorlar. Ayrıca milletvekillerinin ve diğer siyasetçilerin bu kez ilk defa sokağın ruh haline göre hareket ettiklerini de görmezden geliyorlar.
Hizbullah'ın son dönemdeki yenilgisinin etkisini hisseden bu sokak, Hizbullah’ın çevresini tereddüt etmeden ve minnette bulunmadan kucakladı.
Bu sokak, 1970'lerin ikinci yarısından itibaren kendisi için bir kabus olan Şam rejiminden kurtuldu ama Suriyelilere karşı olumsuz rolüne rağmen Hizbullah’a açıldı.
Gerçek şu ki Lübnan sokakları basitçe dışlamaya, izolasyona ve ötekileştirmeye karşıdır. Ama Hizbullah'tan da başlığı inat ve kibir değil vatandaşlık, büyüklenme değil ortaklık, tahakküm değil uzlaşı olan yeni bir sayfa açmasını umuyor.