Hazım Sağıye
TT

İsrail ile başka bir yol var mı?

Zararlı Aksa Tufanı’nın “faydalı” sonucu ya da sonuçlarından biri, İsrail sorununa çözüm olarak güç seçeneğinin üzerinin toprakla örtülmüş olması olabilir. Ne girişilen çokça savaş, ne de direnişler işini yaptı. Söylenmesi gereken söze gelince, ne kadar incitici, kınayıcı, suçlayıcı görünürse görünsün veya tanıdık sözcükler ve duygular için sarsıcı olursa olsun, bugün her zamankinden daha fazla söylenmesi gerekiyor. Ne Filistinlilerin yaşadığı o büyük acı, ne de “dava”yı bahane edenler sebebiyle bedel ödeyen Lübnanlılar ile diğer halkların çektiği acılar devam etmeli. Kaldı ki Trump ile birlikte durum daha da kötüleşiyor, felaketler, yerinden edilmeler, soykırımlar ihtimali yükseliyor. Dolayısıyla söylenmesi gereken şudur; ne yakın gelecekte ne de uzak gelecekte aleyhimize büyüme ihtimali olan boşlukları dolduramayacağız. Bu boşluklar; İsrail'in (Doğu'ya yönelişi unutalım) dünyadaki etkili güçlerle olan uluslararası ilişkileri, onunla aramızdaki teknik farklar, sahip olduğu nükleer silah, savaşın gölgesinde çelişkilerini yaşayabilen siyasal ve toplumsal yapısıdır. Üstelik toplumlarımız, birincil işlevi Filistin ve Filistinlilerle hiçbir ilgisi olmayan amaçlara hizmet etmek haline gelmiş kavgaları da artık istemiyor. Nitekim savaş dininin öncüsü olan ve bu konuda aşırıya kaçan Suriye, bugün halk ve yönetim olarak bu doktrinden uzaklaşıyor.

Bu, İsrail ile bir sorun olmadığı anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. Aksine bu, sorunu ne şiddet ne de şiddet ile tehdidi içermeyen başka yollarla çözmenin mümkün olduğu anlamına geliyor. Büyük çatışmalar tarihi, savaş dünyasından çıkmamızı sağlayacak önerilere bizi yönlendirebilir. Böylece Oslo Anlaşması imzalandığı dönemde “barış kampı” toplumun üçte ikisinden fazlasını kendine çekmişken, bugün şiddet ve militarizasyon atmosferiyle zayıflamış olan ılımlı güçlerin lehine İsrail'in kendisini de etkileyebiliriz. Böyle bir yaklaşımla iki devletli çözümün yeniden masaya yatırılmasına yönelik bahis yenilenebilir. Bu konuda ne kadar hızlı davranırsak, şansımız o kadar artacaktır.

Çatışmalar tarihine bakıldığında Fransa ve Almanya’nın tarihlerinde birçok kez savaştıkları görülecektir. Bunlardan son üçünde, 1870'te, Prusyalılar Fransızları yenmek ve Alsas-Loren'i (15.000 km2) onlardan almakla yetinmediler, imparatorları Üçüncü Napolyon'u tutsak ederek onları aşağıladılar ve Alman birliğini sağlayarak zaferlerini taçlandırdılar. 1914'te Fransa, Almanya ile savaşan ve daha sonra onu yenen uluslararası güçlere katıldı. Sonuç olarak, Almanlara aşağılayıcı “Versay Antlaşması” dayatıldı ve bu, daha sonraki Nazi yükselişinin nedenlerinden biri oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın Fransa’yı kolayca işgal etmesi, Fransız edebiyatı ve sinemasında çeşitli biçimlerde dile getirilen ender utanç duygularının kaynağı oldu. Bu nedenle Almanya 1990 yılında birleştiğinde, bu birleşme Avrupa ve Fransa'da kaygı uyandırmıştı ve dönemin Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand da bunun dışında kalmamıştı. Ancak, Mitterrand kısa sürede kendisini toparladı ve Almanya'nın entegre olacağı ve Avrupalıların çıkarlarının kesişeceği bir Avrupa çerçevesi içinde, Almanya’nın birliğinden ve gücünden yararlanabileceğine bahis oynayarak, bu birliği hararetle desteklemeye başladı. Bu yaklaşım Maastricht Antlaşması'nın ve sonrasında da Euro'nun ortaya çıkışına öncülük etti.

Japonya ile Kore arasında ise yedinci yüzyıldan bu yana savaşlar yaşanmış, modern zamanlarda ise Japonya, 1910-1945 yılları arasında Kore'yi işgal etmiştir. O dönemde, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında yarım milyondan fazla Koreli öldürüldü, 1 milyonu da zorunlu çalışmaya tabi tutuldu. Ayrıca Koreli kadınları Japon askerlerini “eğlendirmeye” ve “rahatlatmaya” zorlayan bir sistem dayatıldı. İşgalin sona ermesinden ancak yirmi yıl sonra, 1965'te, iki ülke arasındaki ilişkiler yeniden kuruldu ve normalleşti. Ancak özellikle iki farklı yoruma konu olan tazminat konusu gibi hâlâ çözülememiş, gerginlik yaratan konular da var. Buna rağmen milyarlarca dolar değerindeki ticari ilişkiler devam ederken, iki ülke arasında çok sayıda ekonomik, askeri ve güvenlik bağı bulunuyor.

İngiliz-İrlanda çatışması, 17. yüzyılın ortalarında (Protestan) Cromwell'in (Katolik) İrlanda'yı işgal etmesi ve bunu izleyen büyük yerleşimci göç dalgasıyla başladı. 1919-21 yıllarında Bağımsızlık Savaşı yaşandı ve bazı aksamaların ardından ülkenin bölünmesi ve güneyde İrlanda devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Kuzeyde ise çatışmalar, 1998'de yetkileri Katolikleri memnun edecek şekilde yeniden dağıtan ve Protestanlara güven verecek şekilde Kuzey İrlanda’yı Britanya sınırları içinde tutan bir anlaşmaya varılana kadar devam etti.

Hindistan bağımsızlığını kazandığında ve Müslümanlar ayrılıp 1947'de Pakistan devletini kurduğunda, 14 milyon insanın yerinden edilmesine ve modern tarihin en belirsiz rakamlarına göre 200 bin ila 2 milyon arasında değişen ölü sayısına yol açan bir iç savaş çıktı. Japonlar ve Koreliler, İngilizler ve İrlandalılar gibi Hintler ve Pakistanlılar da sonrasında birbirlerini sevmediler. Üç kez daha savaştılar ve aralarında hâlâ birçok anlaşmazlık var. Bunlardan en önemlisi de Keşmir meselesi. Ancak iki ülke arasındaki resmi görüşmeler, ticari ilişkiler ve anlaşmazlıklara diplomatik çözüm bulma çabaları sürüyor.

Bizim, yani Filistinliler ve Arapların İsrail ile savaşları da, ne istisnai ne de en nefret dolu ve en acı verici savaşlardan değil. Fakat belki de İsrail saldırganlığını dizginlemenin tek yolu, Avrupa Birliği'nin, Alman saldırganlığı olarak gördükleri şeyi kontrol altına almanın ve sınırlamanın tek yolu olduğu kanısında olan Mitterrand gibi Avrupalıların düşündüğü yol olabilir.