Son zamanlarda birçok kişi Ayetullah Humeyni'nin 1988'de Irak ile savaşı sona erdiren BM Güvenlik Konseyi'nin 598 sayılı kararını kabulünü tanımlamak için kullandığı “zehri yudumlamak” ifadesini hatırlatıyor. İran, bilinen ideolojik inadına rağmen, o dönemde, neredeyse on yıldır gücünü ve enerjisini savaşta tüketmiş bir devlet gibi hareket etti. Çünkü hem ekonomik, hem askeri, hem de manevi açıdan savaş yolunun artık tamamen kapandığını hissetti. ABD ile ilişkileri, Tahran'daki ABD büyükelçiliği personelinin rehin alınmasının ardından giderek gerginleşirken, bazı gözlemciler ABD ile bir savaşı olasılık dışı görmezken, Irak güçlerinin kitle imha silahları kullanması nedeniyle dünyanın Bağdat'ı cezalandırmayacağı anlaşılıyordu.
Humeyni savaş karşıtı değildi. Saddam Hüseyin'in başlattığı bu savaş, kendisine, pek çok karşıtlıkla boğuşan yeni İslami rejimini sağlamlaştırma imkânı sağlamıştı. Ancak kayıplar kazanımları aştıkça, savaşın etkileri rejimin halk tabanını dağlayıp, dayanma gücü azaldıkça, Ayetullah, ateşkesi zehir yudumlamak kadar kötü görmesine rağmen kabul etmeye karar verdi.
Başka bir radikal taraf, her ne kadar iki radikalizmin içeriği ve yönelimi farklı olsa da, tam 70 yıl önce başka bir tür zehri yudumlamaya yönelmişti.
Ekim 1917'deki Bolşevik Devrimi'nden birkaç ay sonra Rusya ile Almanya önderliğindeki İttifak Devletleri, iki taraf arasındaki savaşı sona erdiren Brest-Litovsk Antlaşması'nı imzaladılar. Ancak anlaşma yeni Bolşevik yöneticiler için çok acı vericiydi; ülkelerinin Baltık bölgelerindeki tüm “topraklarından”, Ukrayna ve Polonya'dan vazgeçmelerini, Almanya'nın bu “Rus” topraklarının çoğunu ilhak etmesine izin vermelerini gerektiriyordu. Üstelik Moskova, güneydoğuda Almanya'nın savaştaki müttefiki olan Osmanlı İmparatorluğu'na ait topraklardan da vazgeçiyordu. Yani barış anlaşması Ruslar için oldukça cezalandırıcı gibiydi, onları aşağılamış, onları sanayi şehirlerinden ve geniş tarım alanlarından mahrum bırakmıştı. Ayrıca yoğun Rus nüfusunun olduğu bölgeleri de ellerinden almıştı. Rusya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndaki müttefikleri İngiltere, Fransa, ABD, İtalya ve Japonya ise Almanya ile yaptığı barışı, Rusya'nın Çarlık döneminde Almanlar ile mücadele konusunda kendileriyle yaptığı ittifakın ihlali ve verdiği sözden cayma olarak değerlendirdiler. Bu tutumun acı verici askeri ve ekonomik sonuçları oldu; müttefikler devam eden iç savaş sırasında Beyaz Ordu’ya daha sıkı destek verdiler ve Rusya'ya yaptıkları büyük yatırımları çektiler. Bolşevik liderliği ulusal ihmal ve topraklarından vazgeçmekle suçlandı. Bu suçlamalar hem milliyetçi sağdan hem de daha radikal soldan kendisine yöneltiliyordu. İktidar partisinin liderleri bile söz konusu anlaşma konusunda hemfikir değildi. Nitekim liderleri Vladimir Lenin, anlaşma reddedildiği takdirde istifa etmekle tehdit etmişti. Gerçek şu ki, Bolşevik Rusya Brest-Litovsk Antlaşması'nı birçok nedenden dolayı imzalamıştı. Bunların en önemlileri şu ikisiydi; birincisi, askeri yenilgiler ve Rus askerlerinin siperlerde kalmayı reddetmeleri. Bolşevik Partisi, 1914'ten beri, kendisini “emperyalistler arasında” dönen savaştan derhal ve doğrudan çekilecek taraf olarak sunmuştu. Bu propagandayla, kendisine katılan ve saflarında savaşan askerleri tarafına çekmişti.
İkinci ve belki de en önemli nedense, Lenin ve yoldaşlarının Rusya'da sosyalist sistemi inşa etme gibi tam bir adanmışlık gerektiren bir projeleri vardı. Barış buna ne kadar hizmet edip gerekli ortamı sağlarken, savaşa devam etmek o kadar zarar verecekti.
Bu deneyimleri Lübnan'da şu anda yaşananlarla karşılaştırmanın doğru olmadığını, bunun abartılı ve yardımcı olmayan bir karşılaştırma olduğunu söylemek doğru olabilir. Yine de yenilginin gerçekliğini yansıtan ve bunu kabul eden tavizlerin sunulmasının etrafındaki zihinsel ve siyasal atmosferi hatırlamakta fayda var. Hele ki bu kabul, bir tür çatışma bilinciyle konuşan radikal bir taraftan geliyorsa.
Hizbullah, ateşkesi kabul etmesini “zehir yudumlamak” olarak nitelemedi; aksine, kendisinin İsrail'i zehri yudumlamaya zorladığını iddia etmeye daha yakın bir tanımlama yaptı. Böyle bir hile, Hizbullah ile taraftarları arasında tuhaf bir ilişkinin olduğunu ortaya koyuyor. Bu ilişkinin temelinde, Hizbullah’ın kendi kitlesinin kendisine körü körüne bir teslimiyet içinde olduğu, bir hesap sormanın veya sorgulamanın takip etmeyeceği mutlak bir yetkilendirme aldığı varsayımı yer alıyor. Hem de bu kitlenin yaşadığı acı ve yıkıcı sonuçların gizlenmesinin veya kamufle edilmesinin zor olduğu ve olmaya devam edeceği bilinmesine rağmen. Dahası Hizbullah, adanma ve kendisi için büyük tavizler vermeyi gerektiren bir şey inşa etmek de istemiyor. Tabii ki onun Humeyni gibi bir devleti yok, bilakis kendisi ile ilgili hiçbir sorumluluğu üstlenmediği bir devleti yönetiyor. Ayrıca onun Lenin gibi bir projesi de yok, çünkü uğruna mücadele ettiği, çıkarlarını savunduğu devlet, kendi devleti değil, onun tek önemsediği proje, silah için silah, yani silahın kendisidir. Yalnızca silahtır.
Dolayısıyla yenilgiyi kabul etmeyen bir politika ve anlatıyı sürdürdüğünü görüyoruz. Böyle bir kabulün üzerine, Humeyni'nin zehri yudumladığı veya Lenin'in Brest-Litovsk Antlaşması'nı imzalaması için Leon Troçki'yi görevlendirdiği zamanki gibi bir tutum inşa etmek de mümkün değildir.