Zaferi korumak çoğu zaman onu kazanmaktan daha zordur.
Bu anlaşılabilir bir durumken, birkaç ay önce Suriye'de yaşananları değiştirmeye gayret eden taraflar varsa nasıl daha da zor olmasın?
Bu taraflar, gelişmelerin hızı, özellikle de Suriye'nin en büyük şehirlerinde güvenlik sisteminin birbiri ardına çökmesi karşısında gafil avlandılar. Ancak Suriye’nin toplumsal dokusunun yapısını bilen herkes, içeride veya dışarıda birkaç tarafın henüz son sözünü söylemediğini kabul ediyor.
54 yıllık güvenlik baskısı, “derin devlet”, sistematik beyin yıkama, inşa edilen ve sınırları aşan çıkar ve “karşılıklı hizmet” ağı mirası, bütün bunlar geçici bir durum değil.
Öte yandan Suriye -her zaman tekrarlandığı gibi- ücra bir ada değil, dünyanın kalbi olan Ortadoğu'nun kalbidir.
Suriye, medeniyet, kültür ve din birikiminin beşiği, ticari ve askeri yolların kavşağı, Batı’nın Doğu'ya açılan penceresi, Doğu’nun Batı'ya açılan kapısıdır.
Zanaatlar ihraç etti, dinler topraklarında doğup dünyaya yayıldı, imparatorlar çıkardı ve topraklarının bereketi imparatorlukları besledi.
İslam fetihlerinden, Haçlı Seferleri, birbirini takip eden Doğu ülkeleri -sonuncusu Osmanlı İmparatorluğu'dur- ve Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan dünya düzenine kadar, insanlığın kaderini belirleyen önemli olayların çoğuyla etkileşim içinde oldu. Savaştan sonra kurulan o sistemin bölgemizdeki meyvesi; parçalanma (bölünme) gerçeği oldu ki bunun ilk durağı Sykes-Picot, ikinci durağı ise Balfour Deklarasyonu’ydu. Görüldüğü gibi bu iki durağın etkilerini hala yaşıyoruz.
Bu sıcak anlarda, Suriye, mevcut sınırları içerisinde, pek çok kişinin tahmin ettiği zorlu bir deneyim yaşıyor.
Birincisi, Esed rejiminin ve onun bölgesel destekçisi olan İranlı Velayet-i Fakih rejiminin gücünün devrilmesinde etkili olan sürpriz unsuru ortadan kalktı. Böylece Tahran kendini topladı ve Suriye'deki değişime karşı intikamını birkaç nedenden ötürü hızlandırdı. Bunlardan en önemlisi, İsrail'in Lübnan'da kendisine indirdiği sert darbenin ardından hâlâ etkili bir bölgesel aktör olduğunu kanıtlamaktır. Bu, İran'ın bölgesel hegemonya emellerinin “çıtasını düşürme” amacını taşıyan ve üçgenin diğer iki büyük “kenarı” olan İsrail ve Türkiye'nin lehine olan bir darbeydi.
Bu noktada, bilinen sebeplerden ötürü ve bunlar aracılığıyla Filistin birliğini ve Filistin direnişini bozması, Lübnan'da devlet projesini başarısızlığa uğratması sebebiyle Tahran rejimini devirmenin ne Tel Aviv'in ne de Washington'un çıkarına olmadığını bir kez daha hatırlatmak gerekir.
İkincisi, İsrail “jeopolitik” önceliklerini hiçbir zaman unutmadı ve bunların başında da eski bir Tevrat rüyası olan “Fırat’tan Nil’e İsrail” geliyor. Bu, dindar radikallere, ırkçılara ve “transfer” (Filistinlilerin topraklarından gönderilmesi) savunucularına, tükenmiş, karışık ve kaybolmuş bir bölgeye kendi isteklerini dayatma özgürlüğü veren bir rüya.
Bu bağlamda, Tahran rejiminin kolaylaştırdığı ve desteklediği Filistin bölünmesinden yararlanılarak ve buradan hareketle Gazze ve ardından Batı Şeria'daki Filistinlilerin zorla göç ettirilmesi gerekiyordu. Beyaz Saray'da sadece “boş çeke imza atmaya” değil, bölgenin bölünmesini ve parçalanmasını kolaylaştıran Amerikan siyasi ve diplomatik atamalar aracılığıyla daha da ileri gitmeye istekli biri olduğu sürece, 1948 Filistinlileri’nin bu zorunlu göçten muaf tutulup tutulmayacağını kim bilebilir.
Yukarıdakilere ek olarak Suriye, her zaman İsrail'in yayılmacı düşüncelerinin merkezinde yer aldı. Suriye mozaiği, İsrailli yayılma yanlılarının uzun zamandır sömürmeye çalıştığı cazip bir faktördü. Tel Aviv, uzun zamandır Suriye ve Lübnan'daki zayıf iradelileri, onları vatan, kimlik ve kader ortaklarına karşı bir korumaya ihtiyaçları olduklarına ikna etmek için her türlü şüphe ve korkuyu istismar ediyor.
Dolayısıyla, Esed rejimiyle güçlü ve uzun süreli ilişkileri olan İran, Alevilerin mezhepsel korkularını körükleyerek Suriye'deki değişimi sahil bölgesinde (Lazkiye ve Tartus şehirlerinde) engelleme girişimine öncülük ederken, İsrail, 1948'de devletinin kurulmasından önce Dürzilerin dini kuruluşları içindeki eski ilişkilerinden hareketle, Suriye'nin güneyindeki Kuneytra, Dera ve Suveyda şehirlerinde Dürziler kartını kullanarak bu değişimi engellemeyi üstlendi. 2015 yılında İdlib şehrine bağlı Kalb Levze beldesinde Nusra Cephesi'nin gerçekleştirdiği katliamı, ardından 2018 yılında DEAŞ’ın Suveyda şehrinin doğusuna saldırısını adamlarına hatırlatmak, elbette İsrail'in işini kolaylaştırdı.
Son olarak, önemli petrol kaynaklarının ve Amerikan jeopolitik çıkarlarının bulunduğu, İran ile Türkiye arasında rekabetin yaşandığı Fırat'ın doğusundaki ayrılıkçı Kürt projesi var. Hiç şüphe yok ki, Suriye merkezi otoritesi zayıfladıkça, Suriye'nin Arap kimliğini ve birliğini reddeden, ayrılma amacına ulaşmak için şeytanla bile iş birliği yapmaya hazır Kürt ayrılıkçılarının iştahı daha da artacaktır.
Kanaatimce, mevcut Suriye yönetimi yukarıdaki tüm bu hususların tehlikeli boyutlarının farkında. Ancak, şimdiye kadar sahada atılan adımlar, kuşkusuz iyi niyetlere rağmen, gerekenin gerisinde kalmıştır.
Çok ihtiyaç duyulan “silahlı mücadele” mantığından “devlet” mantığına geçiş gecikti. Ne yazık ki, yaklaşımlarda, atamalarda ve hataların gerekçelendirilmesinde tek renklilik hâlâ hakimdir.
Sonra, son 54 yılın çirkin mirası yüzünden, Suriye halkı arasındaki kuluçka merkezinin kendisi bile, bazen ihlaller konusunda sessiz kalarak memnunmuş gibi görünüyor. Bilhassa Suriye rejiminin uluslararası arenada mercek altında olması, bölgesel komploların hedefi haline gelmesi nedeniyle, bu halk tabanı, insani ve siyasi olarak savunulması mümkün olmayanı savunma konusunda hevesli.
Sahil bölgesinde yaşanan ihlaller ve güneyde bazı kesimlerin -şüpheli olanlar da dahil- korkuları, kaos ve komployu meşrulaştırdığı için kabul edilemez. Acilen ihtiyaç duyulan şey “intikam adaleti” değil, geçiş adaletidir.